EV ve ŞEHİR

MESELEMİZ

Değerli katılımcılar  Doç. Dr. Turgut CANSEVER,  Prof. Dr. Ömer DiNÇER ve  Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN ile Sn. Naim Güleç yönetiminde gerçekleşen açık oturum  İlim ve Sanat Dergisi, Mayıs-Temmuz, 1998, Sayı:48, 34-48 de yayınlanmıştır.

Bu değerli açık oturumu sizlerle paylaşıyoruz.

İlim ve Sanat- Ev ve şehir meselelerimiz, toplumumuzun bütün meseleleri içerisinde nasıl bir yer işgal ediyor? Önemi nedir ?

Turgut Cansever- Bu konunun gündeme getirilmesi çok önemli. Bu alanda, bizi uyandıran, uyaran bir çözümün yahut çözüm yetersizliğinin olduğu bir gerçektir. Bu çözüm yetersizliği; şehirlerimizin nüfusunun neredeyse yarısının gecekondulardan oluşması, kırsal alanda, köylerde yaşayan insanlarımızın belki bir buçuk asırdır evlerinin hiçbir bilgi, teknik, kültür katkısı olmadan vücuda getirmeleri ve köy evlerimizin çok büyük bir yetersizlik içerisinde bulunması gibi meseleler. Bizi bu meseleyi düşünmeye iten sebep burada. Yalnız, sadece bu da değil.

21. asırda dünya nüfusu 10 milyara ulaşacak. Bugün 5 milyarlık dünya nüfusunun yüzde 20’si, yani bir milyarı şehirlerde yaşarken, önümüzdeki 40-50 sene içerisinde dünya nüfusunun 10 milyara ulaşacağı ve bu nüfusun yüzde 80’inin şehirlerde yaşayacağı hesaplanıyor. O takdirde şehirlerde 8 milyar insan yaşayacak. Türkiye dünyadan kopuk, tecrid edilmiş bir yer değil. Bu konuda, Habitat II sırasında yapılan görüşmelerde, tartışmalarda “Türkiye’de nüfus artışı azalıyor.” denildi. Sayımın bütün alanları kapsamaması sebebiyle mi, bilemiyorum, nüfus artışında bir azalma son sayımda gündeme geldi. Ama bu nüfus artışındaki azalmanın Türkiye’yi, dünyada cereyan edecek meselenin dışında kalma imkanına sahip kılmayacaktır. Yani, “Türkiye önümüzdeki 30-40 senede 65 milyondan 90 milyona çıkmak yerine, 80 milyona çıksa, Türkiye bununla meselesini daha kolay çözecektir.” demek doğru değildir. Bugünden daha, Filipinler’den, Endonezya’dan, Pakistan’dan gelip Türkiye’de çalışan insanlar var. Bu insanların sayısı artacaktır.

“Eğer şehirleşme bu derece büyük bir olay olacaksa, kabaca, ileriki 30 senede 50-60 milyon kişinin barınabileceği şehirler üretmemiz gerekir. Bir senede, aşağı yukarı 2 milyon insan için ev yapmak zorundayız. Bu, bir aileyi ortalama 4 kişi olarak alırsak 500 bin konut üretilmesi demektir.” -Turgut Cansever

Nasıl Almanya ve Fransa’yı dünyada meydana gelen nüfus artışı zorlayacak ve gelişmiş ülkeler bile ülkelerine yeni nüfusu kabul etmek ve şehirlerine yeni nüfusu eklemek mecburiyetinde kalacaklarsa Türkiye de aynı vakıayı yaşayacak. Dolayısıyla biz, Türkiye nüfusu 90 milyona çıkacağını kabul etsek ve bugün için 60 milyon desek, 30 milyon insan bu artışla eklense; bugün 30 milyonluk kırsal alan insanından 15 milyonu ülkeyi besleyecek kadar tarım ürünü üretebilmek için tarım alanlarında, köylerde kabul edilirse ve bu nüfusun diğer yarısının şehirlere göçeceğini düşünmek mecburiyetinde isek; şehirlerimizde bugün gecekonduda yaşayan 15-17 milyon insana, daha sağlıklı yaşama ortamları üretmek mecburiyetinde olduğumuzu kabul edersek, onların takriben 10 milyonunun yaşama şartlarını iyileştireceğiz, onlara evler yapacağız dersek o zaman bunların toplamı olan 55 milyon kişiye şehirlerde, ve gelir düzeyi düşük kırsal alan nüfusu sebebiyle de 15 milyon insana köylerde yeniden evler yapmak mecburiyetinde kalacağımız görülüyor. Kırda yaşayan insanların bugünkü hayat seviyesini iyileştirmenin de şehirde yaşayan insanla, kırsal alanda/köyde yaşayan insanın hayat seviyesini birbirinden bu kadar farklı olmak yerine bunları birbirlerine yaklaştırmak da bir insani vazifedir. En azından, Türkiye deprem alanı üzerinde olduğu düşünülürse, böyle bir deprem halinde kırsal alanda/köylerde yaşayan insanların deprem felaketlerini -bugün olduğu ölçüde- yaşamamalarını temin etmek için onların evlerini sağlıklı hale getirrnek de vazifemizdir.

Bulgaristan’da depremle ilgili bir çalışma yapıldı. Basında yer aldı, “Bulgaristan panik yaşıyor.” şeklinde. Bulgaristan’da, köy evleri Türkiye’ye nazaran daha düzenli bir şekilde inşa edilmiş iken, 8 milyonluk bir ülkede 5-6 milyon insanın deprem riskiyle karşı karşıya olduğunun gündeme gelmesi Bulgaristan’ı bayağı sarstı. Unutmamamız lazım ki, biz de 60 milyon insansak, 30 milyon insanımız köylerde deprem felaketi ile karşı karşıya.

İstanbul’u biliyoruz. İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki yetkili uzmanların yaptığı çalışmaya göre, İstanbul’da yaşayan 5-5,5 milyon insan deprem riskiyle karşı karşıya. Benzer sayıları ülkeye dağıtırsak, demek ki, 60 milyon insanın 20-30 milyonu deprem riskiyle karşı karşıya demektir. Bu korkunç durumu aşacak tedbirleri almamız gerekiyor. Bu tedbiri almak ayrıca önemli, çünkü biz, bu tedbiri alarak yeni bir ülke inşa edersek, yeni şehirler, yeni kasabalar inşa edersek, o inşa ettiklerimiz 30-40 sene müddetle insanlara doğru hizmet vereceklerdir. Eğer buna düzen kazandırmazsak olumsuzluk sürekli büyüyecektir. Bu bizi bugünden itibaren birkaç nesil karşısında sorumlu duruma getiriyor. Bugün aldığımız herhangi bir iktisadi kararı bir sene sonra değişmelerle bir miktar düzeltebiliriz. Hala bugün yürürlükte bulunan birçok iktisadi kararı düzeltmek ümidi içerisinde Türkiye. Ama bir ülkede eğer 55 milyon insan için şehirlerde, 15 milyon insan için köylerde yeniden konut inşa etmek zarureti mevcutsa, bunları, bir defa yanlış yaparsak, 3-5 yıl içerisinde düzeltmek ihtimalimiz katiyyen yok. Yaptığımız yanlış uzun ömürlü ve uzun etkili olacak. Depremden bahsettiğimiz zaman, yanlışın en görünür ve en kaba yönünden söz ediyoruz. Ama yaptığımız evler gayri iktisadi ise, şehirler gayri iktisadi işleyiş içerisindeyse, onların, bu defa ekonomik etkileri devam edecektir. Mesela dünyanın bugünkü en önemli meselesi enerji ise, evlerin enerji açısından asgari harcamayı gerektirecek şekilde tasarlanmaları da asli bir vazifedir. Eğer çocuklar mektebe gidiyorsa ve anne-baba çalışıyorsa evin 7-8 saat ısıtılmasına ihtiyaç olmayabilir. Akşam çocuk ve ebeveyni eve geldikleri zaman hemen ısıtılması mümkün olursa, sonra gece de evlerin ısıtılmasından vazgeçilebilirse, o takdirde enerji harcamaları çok büyük ölçüde azaltılmış olur.

Muazzam ulaşım masrafları gerektiren şehirler inşa etmek yerine, eğer insanların evlerinden işlerine kolaylıkla gidebilecekleri mesafeler içerisinde şehri organize eder, şehirlerin boylarını, büyüklüklerini buna göre düzenlersek, o zaman, ulaşım masraflarının da ortadan kaldırılması mümkün olacaktır. Bu da bir ülkenin geleceği için son derece önemli tasarruf sebeplerinden biridir. Bu tasarrufları sağlamak çok büyük ölçüde eğitime ve kültüre kaynak tahsis etmek imkanını verecektir. Yapacağımız evler, mahalleler ve şehirler insan hayatının biçimini düzenleyeceklerdir. İnsan hayatının biçimi yalnız maddi ilişkilere dayanmaz, insanlar arasında dostluk, saygı, sevgi, kendisini asude bir ortamda ve korunmuş, emniyet içerisinde hissetme gibi hislere de dayanır. İnşa edeceğiniz şehirlerde yaşayacak insanlar, yaşadıkları ortamda sulh ya da çatışmalar içerisinde olabilirler. Bugün maalesef o çatışmalar içerisinde oluşan bir şehirde yaşıyoruz. Mesela Kuzguncuk’ta, iskelenin hemen karşısında bu asır başında inşa edilmiş çok süslü fakat gayet zarif bir ahşap evin yanında, ahşap evin cephesine yapıştırılmış 4-5 katlı çirkin bir beton bina var. O ahşap evin sahibi, eskiden pencereden dışarıyı seyrederken şimdi aynı yerde bir duvarı seyrediyor. O pencereyi kapatarak bina inşa eden komşuyla ahşap evin sahibi arasında herhangi bir dostluğun oluşmasına herhalde imkân kalmamıştır. Şehri, bu saygısız yaklaşımların hâkim olduğu bir yapı olarak tasarlarsanız tabii ki o şehir güzel bir şehir olamayacaktır. Doğrusu bir vak’ayı ben şahsen yaşıyorum: Antalya’da Üç Kapılar’ın karşısında benden bir cami projesi yapmam istendi, yıkılmış olan eski bir caminin yerine. Cami projesini çizdik. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan geçti, tasdik edildi. Buna rağmen bir milletvekili orada, eski planlarda 4 katlı olan yerde, 7 katlı rengarenk bir apartman inşa etti. Caminin meydanı olan yerde, meydanın sahibi olan kişiler tasdik edilmiş, kuruldan geçmiş plana aykırı bir planla mahkemeye müracaat edip arsalarını satışa çıkardılar. Arsa 500 milyara el değiştirdi. Şehri düzenlerken bütün bu olumsuzlukların kapısını açan usuller hâkim olursa, bu usuller ne şehirlinin o meydanda camiden çıktıktan sonra bir çınar altında oturup sohbet etmesi imkanını bırakıyor, ne Üç Kapılar’dan çıkan turistlerin gelip caminin güzelliğiyle meşgul olması imkanını bırakıyor, ne de huzurlu bir yaşama imkanını bırakıyor. Bu olumsuzlukları aşmak için şehirlerimizi, evlerimizi nasıl vücuda getireceğimizi düşünmek mecburiyetindeyiz. Bunu, bir adım daha ileriye götürerek, dünyaya ilave ettiğimiz her biçimin bir ifadesi olduğuna veya her biçimin meydana gelmesinde kabul edilen bazı esaslar bulunduğuna göre, o biçimin parçaları ile bütün arasındaki münasebetler, o biçimin dünya ile ilişkisini, sanat eserini sanat eseri yapan meselelerin hepsini bir kenara iten yaklaşımların hâkim olduğu şehirlerimizin geldiği tıkanma noktası bizi bu meseleyi düşünmeye yönlendiriyor. İnsanlarımızın, yüce, medeni ve dolayısıyla bir kültür dünyası içerisinde yaşayan, onun gelişmesine katılan insanlar olmasını sağlamak imkanını bize verecek şehirlerimizi inşa etmek, söylediğimiz sebeplerden ülkemizin birinci öncelikli meselesi olarak gözüküyor.

Ömer Dinçer- Turgut Bey konuşmasının başında, özellikle dünyadaki şehirleşme oranları ile ilgili bilgi verdi. Ben de konu tamamlanması ve konuda bütünlük sağlanması maksadıyla bizim ülkemizdeki şehirleşme oranlarını vereyim.

Türkiye hızlı bir şekilde şehirleşiyor. Dünya ortalamasının çok üzerinde bir şehirleşme oranına sahibiz. 1930-40’lı yıllarda Türkiye’deki şehirleşme oranı yaklaşık yüzde 24-25’tir.

Şu anda yüzde 65’e ulaşmış durumda. Son nüfus sayımında aşağı yukan 63,5 milyon nüfus olduğu ortaya çıktı. Bunun yaklaşık 42,5 milyonu şehirlerde yaşıyor. Tahmin ediyorum ki, şehirlerde sayım hatası da oldu. Şehirleşme oranının normalde bir iki puan daha yukarıda olabileceği düşünülebilir. 15-20 yıllık süreç sonucunda ise, şehirleşme oranının yüzde 75-80’e ulaşacağı tahmin edilebilir. Şehirleşme oranlarının artması demek, bir başka açıdan -bugünkü hizmet zihniyetimizi değiştirmeyecek olursak- hizmetlerin merkezileşmesi anlamını taşıyor. Hizmetler merkezileştiği oranda insandan uzaklaşıyor ve daha çok resmî kurumların görevi haline geliyor. Bu, beraberinde verimsizlik sorunlarını, insanların beşer olmalarından kaynaklanan bazı ihtiyaçlarını karşılayamama sorununu getiriyor. Çok tabii olarak insanlar, kendilerini, ailelerini, işlerini, yaşadıkları mahalleyi yönetmek ve kendilerini orada görmek isteyeceklerdir. Ama buna mukabil, merkezileşme sürecinde bu fırsatları elde edemeyeceklerdir. Ve bu noktada şehir yine sorunlu bir mesele olarak karşımıza çıkacak.

Bir başka konu da (gerçi Turgut Bey bahsettiler ama ben farklı bir boyutu ele almak istiyorum) şudur; bugün verdiğimiz kararlar, dış çevre değişmeyecek olsaydı, 50 sene sonrasının da ihtiyacına cevap verebilirdi. Tarihin Sanayi Devrimi’nden önceki dönemlerinde vereceğiniz bir karar, yapacağınız bir ev veya bir sokak, 50-100 yıl gibi bir süre içerisinde ihtiyaçlara cevap verebiliyordu. Fakat günümüzdeki gibi sürekli değişimin olduğu dönemlerde, verilecek olan herhangi bir kararın yavaş yavaş eskimesi ve ömrünü doldurması süreci gittikçe kısalıyor. Bugün evle ilgili bir karar verebilirsiniz ve bu karar gerçekten ihtiyaçlarınızı karşılıyor olabilir. Ama teknolojik değişiklikler, şehirleşme oranındaki artış, sosyo-kültürel çevredeki değişmeler vs.’yi üst üste koyduğunuz zaman, bugün vereceğiniz kararın ömrü giderek azalıyor, aslında azalmak da zorundadır. Mesela 30 yıl önce yapılmış bir ev bugün bilgisayar kullanmak isteyen, televizyonu, telefonu olan, faks bulundurmak isteyen bir insanın ihtiyacına cevap vermiyor. Elektrik tesisatı yetersiz, evin tasarımı yeni ihtiyaçları karşılamaya uygun değil, oda sayıları bu iş için yeterli değil… vs. Öyleyse verilecek kararların çok daha önemle üzerinde durulması ve onların etki süresinin hesap edilerek ortaya konulmasında fayda var. Bu da yine şehirleri ve şehirle ilgili kararları ön plana çıkarıyor. Hasılı bugün vereceğiniz bir cevap veya karar, geleceğin ihtiyaçlarına cevap vermeme ihtimalini çok daha fazla taşıyor içinde. Mesela şu anda iş yerleri için, yeni bir teknoloji olarak yükseltilmiş zeminler ortaya çıktı. Sabitleştirilmiş bir tabandan çok dinamik bir tabanı, ayağınız bastığı yeri değişebilir kılan bir yaklaşım tarzını ortaya koyuyor. Şimdi sizin daha önceki yaptığınız binalarınız ihtiyaçlarınıza cevap vermiyorsa, belki yeni teknolojiye göre sizin yeni binalara ihtiyacınız olacak. 1960’tan beri Türkiye’nin Karaköy Perşembe Pazarı önemli bir sorun olarak duruyor, değiştirilemedi. Eminönü yine aynı tarihlerden beri bir sorun. Geleneksel üretim mekanizmaları içerisinde oluşturulmuş bir bölge, modern ticaret mekanizmaları için yetmedi ama dönüştürülemedi de. Çünkü bu mekanlar insanların ihtiyaçlarına engel bir tavır içeresinde olmaya başladı. Öyleyse değişimin olduğu bir yerde ev ve şehir gerçekten çok daha fazla önem kazanıyor.

Bir de ev ve şehrin insanın yaşamını şekillendirdiğini söyledi Turgut Bey. Eski evlerin gözönüne aldığı kriterlerle, şimdikilerin gözönüne aldığı kriterler birbirinden çok farklı. Mesela, Kınalızade Ali Efendi’nin “Fetret ve Devlet Akidesi” olarak sadeleştirilen eserinde bir evin normal olması gerektiği ve öğeleri tartışılır. Bu öğelerin hangi ihtiyacı karşıladığı belirtilir. Bunlar daha çok beşerî ve sosyal kriterlerdir ve yapıya etki ederler. Bugün teknolojik unsurlar da araya girdi. Bu yeni unsurun beşerî ve sosyal unsurlarla uyum içinde bir araya getirilmesi gerekir. İnsan ihtiyaçlarını biz gruplandırıyoruz. Yeme-içme ihtiyacı, barınma ihtiyacı, sosyal ihtiyaçlar… gibi. Yeme-içme ihtiyaçlarına baktığınız zaman, belki üretim tüketim mekanizmalarına girebilir ve bu mekanizmalar değiştikçe şehirlerin de değişmesi gerekebilir. Barınma ihtiyacı denildiği zaman işin içine ev girer ve günlük ihtiyaçlarımızla ev arasında bir uyum sorunu ortaya çıkar. Fakat sosyal ihtiyaçlar denildiği zaman, beşerî kaynaklıdır ve daha çok da insanların alışageldikleri davranışları sürdürmekle, komşuluk ilişkilerini sürdürmekle, komşuluk ilişkilerini sürdürmekle ilgili boyuttur. Eğer mekanlar bunlara izin vermeyecek olursa, toplumda bir yabancılaşma, belki de birtakım çatışmaların kaynağı ortaya çıkabilir. Bunların da gözönüne alınması gerekmektedir. Bu anlamda hakikaten ev ve şehir meselelerimizi konuşmak gereklidir diye düşünüyorum.

“Biz, bugün vatandaşlığın bedelini çok yüksek ödüyoruz. Bu bedel düşmeli ve buna mukabil katıldığımız mahalleye kaynak olması sağlanmalıdır. O zaman, bizim mahallemize dışarıdan biri gelecekse, benim şimdiye kadar yaptığım ortak yatırımları veya ortak masrafların birim başına düşen bedelini ödeyip ondan sonra gelmelidir.” -Ömer Dinçer

Turgut Cansever- Doğrusu çok mühim noktalara temas ettiniz. Ben o noktalar üzerine tekrar dönmek istiyorum. Bir tanesi ‘değişme’ konusu. Değişme, ülke kültürünün temellerinden bir tanesidir. “Bu değişen dünyanın değişmeyen yerleri var mı?” sorusu, geçmiş şehir kültürümüzde sorulmuş bulunuyor bazı odak noktalara. Konut alanındaki değişme ile ilgili bir noktaya temas etmek istiyorum. Bundan takriben 30-40 yıl kadar evvel, MIT’de bir profesör Harr, -şehir iktisatçısı- bana, “Evlerin 20-30 senede eskimesini mümkün kılacak çareleri bulun, ben size dünyanın bütün şehirlerinin meselesini çözeyim.” dedi. Yani değişmeye uyacak bir yapılaşma, şehir ölçeğindeki meseleleri çözmek için de son derece büyük bir önem taşıyor.

İlim ve Sanat- Değişme dediğimiz zaman, toplumun şu anda en temel gerçeklerinden bir tanesine parmak basmış oluyoruz. Fakat bir çelişki var. Tarihin geçmiş dönemlerinde bu kadar sürekli bir değişme yaşanmadığı halde özellikle ev ve şehir yapımında kolayca değişebilen ve dayanıksız malzemeler kullanılmışken, değişimin en çok yaşandığı dönemde yani günümüzde dayanıklı ve değişmez malzemeler kullanılıyor genellikle. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Turgut Cansever- Bu yanlış. Değişmeyecek bir dünya meydana getirmek isteyen Napolyon Bonapart’ın arkasından, Fransız krallarının arkasından oluşmuş ve sayısız hastalıkla malul, değişmeyen şehirlerden oluşan Batı karşısında, tamamen yüzeysel bir yaklaşımla oluşmuş bir yanılgıya, sözde “aydın” denecek Türk nesillerinin Türkiye’ye taşıdıkları bir yanılgıdır. Bu yanılgı doğrusu çağımızın da yanılgısıdır. Bu yanılgı “Bana evlerin 20-30 senede eskimesini sağlayın, size, bütün dünya şehirlerinin meselelerini çözeyim.” diyen bir şehir iktisatçısı olan Prof. Harr’ın, şehirlerin meselesini inceleyen bir insan olarak farkettiği yanılgıdır. Bu mesele başka bir alanda önemli bir araştırma sonunda da ortaya kondu.

İskandinav ülkeleri konut araştırmaları, 1938’lerde başlayıp 1950’lere kadar süren bir araştırmadır. Kopenhag Üniversitesi Mimarlık Bölümü Başkanı Elier Rassmussen tarafından yürütüldü bu çalışma. 1920’lerde ve 30’larda evleri, fonksiyonalist bir yaklaşımla “bir mekân hangi amaç için kullanılacaksa o amaca göre planlanması gerekir” yaklaşımı hakimdi. Bu fonksiyonalist mimari yaklaşımıydı. RASMUSSEN’in İskandinav ülkelerinde -büyük kısmı Danimarka’da- yaptığı çalışmalarda ortaya şunlar çıktı: Evlerin aşağı yukarı yüzde 95’i evvelce öngörüldüğü şekilde kullanılmuyor. Mesela bir ev, bir şekilde kullanılacak diye tasarlanmış, evin erkeği avukatmış ve emekli olmuş ama gene avukat olarak danışmanlık yapıyormuş. Evin bir odasını iş odası haline getirmiş. Yahut mimarmış, ressammış, mühendismiş… İskandinav ülkelerininin ev üretiminde ve planlamasında yaptıkları Batı dünyasını uzun yıllar etkilemiş idi. Takibedilecek en mükemmel örnek diye. Rasmüssen’in yaptığı incelemeler sonucunda, mesela bir odanın ölçüsü 3.90 yerine 4 metre olsa, o odanın yeni bir ihtiyaç için kullanılışı çok daha iyi olabileceği ve içerisinde meydana gelecek değişmelere rağmen, o oda içerisinde yaşamak çok daha iyi olabileceği ortaya çıkar. İskandinav konut araştırmaları, insanların ailelerinin hayatında değişme olacağı gerçeğini gündeme getirirken, bugün de bu meseleden hareket ederek üzerine parça ilave edilebilecek evler tasarlamak yahut oluştuktan sonra bölünebilecek evler tasarlamak gerektiğini ve bunun mümkün olduğunu artık biliyoruz. Bunlar evin tasarım safhasında gündemde olan meseleler olarak ortaya çıkıyor.

Bir başka husus da şudur: Osmanlı evleri çok hafif malzemeden inşa ediliyorlardı ve sökülmeleri mümkündü. Boş arsa üzerine de yeni bir ev yapmak çok kolay oluyordu. Evler ahşap parçalardan yapıldıkları için ve bu ahşap parçaların inşai sistemi bütün bir konut üretim sisteminin parçaları olarak tasarlandığı için, birçok defa, sökülen evin parçaları yeni yapılacak evin içerisinde kullanılıyordu. Yapıların değişmeye imkân verecek şekilde tasarlanmaları, planlarının içerisindeki hayatın değişmesine imkân verecek şekilde olabilmesi, bölünebilmesi, üstüne ilave alabilmesi, hatta söküldüğü zaman sökülen parçaların tekrar kullanılabilmesi teknik alanda çözümlenmesi gereken meselelerdir. Bir kültür birkaç asır devam ettiğinde, gerçek kültür ortaya çıkar. Devamlılığı sağlayacak unsurların da binaların değişmesiyle beraber bu kültürel tavrın devamını sağlayacak unsurların da bugün nasıl tesis edileceğini hesaplamak, düşünmek ve onu gerçekleştirecek yolları aramak mecburiyetindeyiz.

İlim ve Sanat- Devam edecek kültürel unsurlar neler olabilir? Sosyal hayattaki değişmelere rağmen, değişecek unsurlarla değişmeyecek unsurlar neler olabilir?

Turgut Cansever- Sosyal hayatın bir unsuru, bir birimi “aile” ise, ailenin değişmeyeceğini bir temel unsur olarak herhalde kabul edebiliriz. Ayrıca şehirlere bu meseleyi tatbik edersek, “Nasıl şehirler yaparsak, bugün hiç tahmin etmediğimiz değişmeler o şehirlerde oluşabilir, hiç tahmin etmediğimiz parçaları o şehirlere ekleyebiliriz?” şeklinde düşünebiliriz. Şu hususu kolaylıkla hemen söylemek mümkün ki, bir an şöyle bir tasavvur ortaya koyalım: Bütün insanlar kollarıyla birbirlerine yapışık olsalardı, o insanların arasına bir şeyler koymak imkânı çok sınırlanırdı. Ama insanlar birbirlerinden, mekân içinde ayrı bulundukları için farklı elbiseler kollarına geçirebiliyorlar. Kışın kalın, yazın ince elbise giyebiliyorlar. Değişecek şartlara göre gelecek nesillere dünya sathı üzerinde, şehirlerin arasında boş yerler bırakmak mecburiyetindeyiz. Böylece şehirleri ne kadar küçük ölçüde; küçük ve bağımsız parçalardan oluşacak şekilde tasarlarsak, aralarıına yeni ihtiyaçları karşılayacak parçaları eklemek o kadar kolaylıkla gerçekleşebilir.

Bu konu bir başka açıdan MIT (Massachusetts Institute of Technology)’deki başka bir hoca tarafından gündeme getirildi. (şu an hayatta değil) Kevin Linch, “Image of the City/Şehrin İmaji” isimli bir kitapta şehrin artık 19. asır Batı Avrupa şehirlerinde olduğu gibi, caddelerin meydana getirdiği koridorların içersinden yürünerek anlaşılan bir çevre yapılaşması olmadığı, böyle olmamasının daha uygun olduğu, birbirinden bağımsız şehir yerleşmelerinin büyük sonsuzluk içersinde, bunlann aralarında, o büyük boşluklardan dolaşarak, her birine teker teker gidip, her birini ayrı ayrı ziyaret edebileceğimiz, her birini dört tarafından dolaşarak farkedebileceğimiz yerleşme dokusundan oluşmasının, insan-şehir münasebetine nasıl bir zenginlik kazandıracağını ifade etti. Linch, bir bakıma yarı göçebe olan ve süratle değişen bir dünyanın insanı olarak, -bunu yazdığı günlerden aşağı yukarı bir buçuk iki sene evvel, İstanbul Planlaması ve Marmara Bölge Planlaması için yaptığımız çalışmalar sıralarda- İstanbul’un böyle bir yapıya sahip olduğundan söz ediyorduk. Gerçekte minareler ve kubbeler gibi dört taraftan görülen, her biri birer bağımsız varlık olan evlerin dört tarafından dünyaya bakmasına imkân sağlayan evlerden oluşan şehirler ve mahalleler, insanın dünyanın sonsuzluğunu farketmesine imkân veriyordu. Bu yeni bir dünya görüşüdür -bizim için yeni değil, bugünkü toplulumumuz için yeni-. O dünya içerisinde dünyayı, sürekli hareket ederek yeniden yeni vecheleri ile anlamaya açık bir insan tipinin gereği olan bir şehirleşme biçimine tekabül ediyordu. Bu çözüm bir taraftan dünyaya her an yeni vecheden bakan ve böylece yeni idrak kapılarına ve yeni bir ufuklara açık, yeniden dünyayı şekillendirmeye yönelik, insanlara yeni ürünler sunmaya hazır bir toplumun şehirlerini vücuda getirmek istersek; yeni şehirleşmemiz bu şekilde, bunların arasına yeni unsurları da ilave etmeye imkân verecek bir yapıda tasarlanmalıdır.

Daha önce işaret ettiğimiz noktaya dönecek olursak, Alman şehirleşmesi 1880’lerden beri bu tür düşünceleri ile meşru bir toplumun, büyük bir felsefe ananesine sahip bir toplumun, “şehirlerimizi düşünmeliyiz” diye yola çıkması sonucunda adım adım geliştirdikleri esaslarla oluştu. 25 bin kişilik şehirlerin nüfusunun bir kısmı tarım alanında çalışıyor. O şehirde 25 bin kişilik nüfus için yeterli acil sağlık, kültür, eğitim… vs. sosyal donanımın hepsi var.

Şehirler kademelenmesine dayalı ve bütün sosyal donanım tesislerinden, bütün kültürel faaliyetlerden en yoğun bir şekilde faydalanma fırsatını verecek bir şehirleşme düzeni tesis edilmesi gerekir. Konuşmamızın başında “Eğer şehirleşme bu derece büyük bir olay olacaksa, kabaca, ileriki 30 senede 50-60 milyon kişinin barınabileceği şehirler üretmemiz gerekir.” demiştik. Bir senede aşağı yukarı 2 milyon insan için ev yapmak zorundayız. Bir aileyi ortalama 4 kişi olarak alırsak 500 bin konut üretilmesi demektir. ‘Her yıl 500 bin konut üreteceksek, öyle tahtaları yan yana çakarak kalıplar yapmak, içersine beton dökmekle, her birini yeniden tasarlayarak bunları meydana getirmek mi, yoksa başka tekniklerle bütün bu işleri ortaya çıkartmak mı daha doğrudur?’ sorusunu sorduğumuzda, yapının sanayileştirilmesi, sanayi ürünü haline dönüştürülmesi ama yapıyı sanayi ürününe dönüştürürken yapının kendisini bir kültür görevi ifa edecek, değişik ihtiyaçları karşılayacak, evin mahiyetine yönelik farklı bir sanayileşme biçimini tasarlamamız ve onu hayata geçirmemiz gerekecektir.

Biz, daha önce bir ev grubu için basit bir hesap yaptık. Prefabrike ilkel gerilmeli. Ona da ihtiyaç yok dedi arkadaşlar. Ancak, bir-iki katlı yapılar için kolon kesitlerini 15-16 cm indirerek, bunların ufkî yüklere karşı dayanmasını, mafsal rijitlemeleri yerine mail payandalarla sağlamak halinde vasat 12-15 cm toplam kalınlığında bir beton kitlesi ile evi gerçekleştirmek mümkün olur iken, aynı şeyi bugünkü teknoloji ile yaptığınız zaman, -25/25’ten küçük olmaz denilen yerinde dökülen kolonlar 12 cm döşeme 25/35 cm kirişler ile ev 22 ila 25 cm vasat hamur edilmiş bir beton kitlesi ile oluşabiliyor. Sözünü ettiğim şekilde yapıldığı takdirde 25 cm’lik hamur yerine 12 cm çıkıyor. Böyle bir yeni teknolojinin pek çok yararı olduğu açıktır. Mesela ev böyle ince kesitle önceden imal edilmiş parçalarla yapılmışsa bütün kalıp masraflarından kurtulmaya ilaveten yani bütün ormanlarımızı yok eden en önemli tahribata son verirken aynı zamanda, kullandığımız çimento ve demiri de yarıya indirmiş oluyoruz. Binanın taşıyıcı parçası eğer binanın maliyetinin yüzde 30’u ise takriben, o yüzde 30’u yüzde 15’e indirecek bir çözüm üretilebilinirse sağlanabilecek tasarrufların neler olabileceğini görmek çok kolaydır.

Ömer Bey’in gündeme getirdiği elastikiyetten, değişmeden söz ettiği zaman gündeme getirmeyi unuttuğumuz bir husus daha var. Mesela evin kullanışını gece ve gündüz diye iki tür kullanış şekli olarak tanımlanması halinde, evin gündüz kullanılan kısımlarının, kısmen yahut tamamen gece için de kullanılmasını öngörebilirsek orada da sağlanacak tasarruf yine çok önemli bir boyutta oluyor.

“Güzel küçük de olabilir, basit de. Ben hep söylüyorum; benim yetiştiğim İstanbul köhne ve bakımsızdı ama güzel bir İstanbul’muş. Şimdi zengin, görgüsüz ve bakımsız bir İstanbul var. İşin parayla alakası yok. O gözle bakın olaya…” -Sadettin Ökten

1983 AGA KHAN Mimarlık Ödülü’nde ben master jüri üyesi idim. Ailesinden bir yaşlının evini, kendi hayatının son dönemini geçirmek için aynen tekrar inşa eden ve mimar olmayan birisinin yaptığı bir bina uluslararası AGA KHAN Mimarlık Ödülü’nü aldı. Nail Çakırhan adında birisiydi. Türkiye’de konuyu ne mimar çevrelerinde ne de başka yerlerde konuşamadık. Ben orada jüri üyesiydim ve benden hesap sorulmasını istedim. Ama olmadı. Anlamsız hücumlar oldu. Bu ev 72 metrekareydi. İçerisinde takriben 30 kişinin katılabileceği bir toplantı yapmak mümkündü ve 6 hatta 8 nüfusun içerde yaşama imkânı vardı. 2 yahut 3 kız çocuğu bir odada, 2 yahut 3 erkek çocuk bir başka odada, ebeveyn de büyük yaşama odasında sediri yatağa dönüştürrnek suretiyle yattıkları takdirde, evin gündüz ve gece kullanılışındaki farklılığı değerlendirerek kullanılabiliyor idi. Bugün 70 milyon insana konut üretmek ve konut stoku meydana getirmek için yola çıkarken, “gece ve gündüz kullanılışının farklılığını herkes kendi evi için yararlanacak şekilde gündeme getirmelidir” dediğimizde inşa edilecek konut hacmini veya döşeme alanını yarıya indirmek imkânı olmaktadır. Dolayısıyla bu meseleleri düşünmemiz, bu meselelerle ilgili gerçek politikalar üretmemiz birinci öncelik taşıyor.

Şehirleşme meselemizi çözebilmek için takip edilebilecek politikaları ve stratejileri, nihai hükmü verecek olan halkımıza ulaştırmamız gerekiyor. Halkımıza, “bugünkü yasalar, tüzükler, yönetmelikler ile konut üretim tarzı devam ettiği sürece bil ki sokakta kalacaksın çoluk-çocuğunla. Hepiniz sefaleti yaşayacaksınız. Bütün ülke bu sefaletin ortaya çıkartacağı büyük çöküntü tehlikesiyle, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya! Bunu aşmak istiyorsak hep beraber bugünkü yanlışları düzeltmeliyiz” dememiz gerekiyor.

Ancak, yalnızca bugünün yanlışını dile getirerek bu meseleyi çözmek mümkün değil, doğruyu tarif ederek, takib edilecek yolu takib ederek meseleyi çözmeliyiz. Burada Ömer Bey, üzerinde durduğu değişme meselesine işaret ederek, varlığın dinamik yapısı içerisinde nasıl bir yol takib edilebileceği meselesini gündeme getirdi. Bazı örnekler vererek şehirlerin arasına ekler yapılabilme imkânı, evlerin işleyişindeki değişimlere imkân sağlayabilmek gibi unsurları ben ifade etmeye çalıştım. Ama, örneğin bugün şehirlerimizde 40 milyon insan yaşıyorsa, o 40 milyonun benim söylediğim rakamlar üzerindeki etkisinin daha da kötü olduğunu tahmin ediyorum. Beş senedir, yılda 200 bin konut inşa edildi şehirlerde. 200 bin konuttan 5 senede toplam bir milyon konut ediyor. Bir milyon konut olsa olsa 4 milyon insanı barındırır. Geçen sayımda 32 milyon olan şehir nüfusu, inşa edilen konutlarla 36 milyon kişiyi barındıracak demektir. Bugün şehirlerdeki nüfus 42 milyona çıklığına göre, 7 milyon gecekondu ilave edilmiş denilebilir. Daha önceki sayımda şehir nüfusunun yarısı gecekondu ve diğer yarısı da yeni inşa edilmiş yapılarda yaşıyorken, bu defa gecekondularda yaşayan 17-18 milyon kişinin üzerine 7 milyon nüfusu ilave edersek gecekondularda yaşayan nüfus yaklaşık 24 milyona ulaşır. Ancak şehirde planlı inşa edilmiş evlerde yaşayanların sayısı 4 milyon artışla 21 milyona ulaştı. Şehirlerimizdeki konut standardındaki adaletsizlik daha da büyümüş oldu. Bunun devam etmesine son vermek asli vazifemizdir. Bu vazifemizi nasıl gerçekleştireceğimizi ortaya koymak mecburiyetindeyiz.

Ömer Dinçer- Şehirleşme ile ilgili sorunlarımıza bakarken, sosyolojik olarak ispat edilebilir mi bilmiyorum ama, bir gözlemimi aktarmak istiyorum.

Ülkemizdeki yönetim yapısına baktığımız zaman devlet veya resmi alan, daha çok ideolojik olarak Batılılaşma’yı ve modemleşmeyi kendi eliyle gerçekleştirmeyi öngören bir yapıya sahiptir. Modernleşme daha çok yapısal bir durumdur. Bu anlamda daha önceden planlanan ve dayanılan bir yaklaşım tarzı sunar. Turgut Hocam az önce ‘gecekondu ve planlanan şehir’ den bahsederken birden böyle bir çağrışımla karşı karşıya kaldım. Normal şartlarda planlanan şehirlerimizin çoğu, (belediyelerin veya daha önce Bayındırlık Bakanlığı’nın planladığı) belki, birtakım yapısal sorunları veya altyapı sorunları ortaya çıkmamakla birlikte çok ciddi bir şekilde sosyal sorunları beraberinde getiriyordu. Bu tür bir şehir aynı zamanda kendi değerlerini de üretiyor insanlara kendi değerlerini empoze ediyor. Bireysel kültürümüzden, değerlerimizden; sosyal kültürümüzden, geleneklerimizden ve tarihi birikimimizden insanları koparan bir üslub taşıyordu. Buna mukabil, gecekondular dediğimiz yapılar birtakım değerleri ihtiva eden, sosyal ilişkileri ve daha çok kendi kültürümüzü devam ettiren bir yapıya -mesela komşuluk- sahiptir. Ancak o da plansızlık ve altyapı unsurlarından yoksun olma sorunlarını ihtiva ediyor. Dolayısıyla “modernleşmekle” “modernleşememek” arasındaki sorunları her ikisi bünyesinde barındırıyor. Bu ikisini aşmamız gereklidir. Açıkça söylemek gerekirse, sosyal değerlerimizi taşıyan ev ve şehir modeline ulaşırsak, bunu da modern bir tarzda tanımlayabilirsek sorunlarımızın önemli bir kısmını aşacağız.

Turgut Cansever- Bence bu konu çok önemli. Benim az önce yaptığım hesapta aslında bir eksiklik/yanlışlık var. Buna biraz işaret edeyim: Bundan 5 sene önceki nüfus sayımında 35 milyon olan şehir nüfusunun, 16-18 milyonluk kısmı usullere uygun olarak yapılan evlerde, geri kalanların da gecekonduda barındığından sözettirn. 5 senelik süre zarfında, yılda 200 bin konut üretilerek 1 milyon konut ilave edildi, dedim. Burada bir eksiklik hissettim. Bu yapılanların çoğunluğu, daha evvel mevcut 4-5 katlı binaların yıkılarak yerine yapılan 8-10 katlı binalardan oluşuyor. Öyleyse konut stokuna 1 milyon konut eklenmiyor. İstanbul Büyükşehir Belediye’sinin yaptığı büyük bir iş var, su ishale sistemiyle ilgili. 1974’te İstanbul’da boru hatlarında kaybedilen su, kaynaktan çıkan suyun, %48’iydi. Sonraki 2 sene içerisinde bu oran %52’ye çıktı. Neden %48’di? Birkere, boruların tamamına yakını 60 sene önce döşenmişti ve borular çürümüşlerdi. Başka bir sebep ise, eskiden 2-3 katlı evlerden oluşan mahallelere su veren ishale hatları, bunun çevrelerinde yapılan 5-6 katlı evlere su vermek için kullanılıyordu. Buralara eskiden verilen basıncın, bir misli fazla basınçla su verilmeye başlanınca hem eski olmaları sebebiyle hem de taşıyacakları basınç yükünden fazla yükle karşılaştıkları için, bu borular su kaçırıyordu. Büyükşehir Belediyesi büyük bir emekle bu boruları değiştirdi. Ama imar planları hala yoğunlukları arttırmaya devam ediyor her nedense. Burada da hukukçuların çok büyük bir sorumluluğu var. Mesela Kadıköy tarafında, Nazım Plan’da, ‘yoğunluk arttırılmayacaktır’ dendikten sonra, sanki imar planı düşman tarafından üretiliyormuş gibi, “1/1000 mikyas planlar yapılmadıkça Nazım Plan geçersizdir” demişler. Halbuki bir Nazım Planı’na aykırı hangi plan varsa o geçersizdir. Kadıköy tarafında, bundan 10 sene öncesine kadar hiç müsaade edilmeyen Bağdat Caddesi’nin deniz tarafında korkunç bir şekilde 5-6 katlı binalar yıkılıp yerine 10-12 katlı binalar yapılıyor. 10-12 katlı binaları oraya diktiğiniz zaman geçen yıl döşediğiniz borular yetersiz kalacak. Dolayısıyla şehrin değişmesinin bu şekilde uzun ömre sahip altyapı tesislerini işe yaramaz hale dönüştürecek yaklaşımlardan kaçınmak, kaçınmayanlara da engel olmak lazım.

Sadettin Ökten- Özellikle talebin yoğunlaştığı bölgelerde muazzam bir rant yatıyor. Bürokrasi arzı kısıyor, arsa üretmiyor. Üretmeyince de -zaten oranın sosyal olarak statüsü var- çıkıp bürokrasiye By-pass yapıyorlar. Özel Nazım Planını, Özel İmar Planı’yla veya özel yollarla, özel ilişkilerle hallediyorlar. İhtiyaç olan arsa üretilse bu iş bitecek. Ama bu iş, birtakım kişilerin istifadesine, gayri meşru yollarda menfaatine yanyor. Bir kumpas çalışıyor açıkça söylemek gerekirse.

Turgut Cansever- Bu son derece önemli bir husus. Mesela dış ticarette usul dışına çıkışların dedikoduları gazetelerimizde boy boy, ticaret alanında, iş hayatında bol bol tartışılıyor. Fakat bahsettiğiniz konu hiç yazılmadı. İnsanlar bunu yazmaktan kaçınıyorlar.

Sadettin Ökten- Çünkü bu suça hepimiz ortağız. Ortağız derken ruhsal anlamda söylüyorum.

Turgut Cansever- Bu o kadar büyük bir ahlaki sorun haline gelmiş bulunuyor ki, bütün toplumun bütün fertleri buradaki ahlak dışı işleyişe ümit bağlar hale gelmiş bulunmaktayız. Tabi bir toplumun bütün fertleri eğer, ahlak ve yasa dışı yaklaşımları kabullenmeye ve onlara iştirak etmeye hazır hale getiriliyorsa, bu son derece vahim bir toplumsal çöküntüdür. Bu toplumsal çöküntüyü aşabilmek için, birçok defa kendisini tenkit ettiğimiz, bu çok katlı yapıları yapmaya itilen konut üreticilerinin, çok daha fazlasını üretmek imkanına sahip kılmak gerekir. Konut üretimini doğru yerlerde ve doğru biçimlerde gerçekleştirmek imkanını onlara kazandırmak gerekiyor. Senede 200 bin konut yerine 500 bin konuta ihtiyacımız varsa, -ki var- bu 500 bin konutun doğru tekniklerle, yüksek mimari kaliteyle, düzenli şehirler, güzel mahalleler vücuda getirecek şekilde inşa edilmesini sağlamamız gerekiyor.

İlim ve Sanat- Bunun gerçekleşmesi için neler yapılabilir?

Turgut Cansever- Bu, mevcut şehirlere akan nüfusu, artık bu şehirlere getirmek yerine, yeni şehirlere yerleştirmekle olur. Yeni şehirlerin oluşması için, her halükarda birkaç seviyede tedbir almaya ihtiyaç vardır. Ülkede kırsal alandan taşan ve şehirlere giren nüfusun, ülkenin hangi bölgelerine gitmeleri lazım geldiğini, bir ülkenin dış ilişkilerini, ekonomik hedeflerini ve sosyal entegrasyon projelerini bütünleştiren bir tasavvurun plan ve projelerin üretilmesi gerekir. Böyle bir tasavvurun bir şekilde, bir planla tanımlanması icab eder. Daha açık bir dille ifade edersek: Orta Anadolu, Doğu Anadolu veya Güneydoğu Anadolu, Türkiye’nin ekonomik gelişmesinden daha az pay alıyorsa, bu bölgelerin gelişmesini hızlandırmak birinci vazife haline gelmelidir. Doğu’ya giden sanayiciye teşvik vermekle iş bitmez. Sanayicinin, sanayi şehrinin, etrafında yaşayacak işçilerle, mühendislerle, yöneticilerle bir bütün teşkil edeceği şehirleşmeyi düzenlemek icab eder.

Sadettin Ökten- Bu entegrasyon planını devletten beklememek lazım. Bunu, sivil toplum örgütleri mi olur, özel teşebbüs mü olur, birilerinin yapması lazım. Bu bir ilmi çalışmadır. Birtakım veriler toplanır ve değerlendirilir. Bunun ekonomik, sosyal ve kültürel boyutu vardır. Bunu bir şekilde tamim etmek lazımdır. Devlet bunu yapmaz/yapamaz. Devlet şu anda bir kurgu içinde, ilişkiler dönüyor, Türkiye yaşıyor, devlet de yaşıyor. Hepsi bu. Çalışmayı, bu senaryonun dışında bir başka senaryonun da var olduğunu ve bu senaryonun şeytan senaryosu olduğunu net bir biçimde bilerek, hamasete gerek kalmaksızın, duygusal olmadan ilmi olarak ortaya koymak lazım. İşte bunu yapmıyoruz. Yapmak lazım.

Gerçekte bu konuşmamız, farklı senaryoların olabileceğini dile getirmek içindir. Hiçbirimiz yalnız değiliz. Bugün burada üç kişi aramızda konuşuyoruz. Biz biliyoruz ki, bu meseleyi bizler gibi düşünen, bunlara katkıda bulunabilecek geniş bir uzman grup var.

Ömer Dinçer- Konunun yönetim boyutuna daha sonra geleceğiz ama, “devletten beklememek lazım” derken, “devletten neyi ne kadar bekleyeceğimizin adını koymak lazım” diye düşünüyorum.

Bir toplumun yönetiminde üç hiyerarşik alandan bahsedebiliriz. Birincisi “tepe yönetim” alanıdır. Toplum yönetiminden bahsettiğimiz zaman bunu ‘merkezi idare’ olarak algılayabiliriz. İkincisi “orta kademe yönetimi”dir. Bunu da yine toplumda ‘yerel yönetimler, şehir veya bölge yöneyimleri’ olarak ele alabiliriz. Üçüncüsü ise “alt kademe yönetimi”dir. Buna ‘program yönetimi’ ismini veriyoruz. Alt kademe yönetimi dediğimiz zaman da mahalle alanına indirgeyebiliriz.

Tepe yöneticilerinin yaptığı yönetimin adını ayırıyoruz: “Staratejik yönetim”. Orta kademedeki yöneticilerin yaptığı işe “operasyonel yönetim” veya “fonksiyonel yönetim” alt kademedeki yöneticilerin yaptığı işe ise “program yönetimi” adını veriyoruz.

Sivil toplum örgütlerini her kadernede işe dahil etmek gereklidir. Devlet işin stratejisini belirlemeli, ortaya koymalı. Doğu Anadolu’da, Orta Anadolu’da, İstanbul’da veya Ege

Bölgesi’nde ne olacağına dair temel stratejileri her halükarda devlet korumalı, politikaları devlet üretrnelidir. Şehrin yönetimini orta kademe yönetimleri yapmalıdır. Güncel sorunları onlar tartışmalı ve onlar çözmelidirler.

Alt kademede, program yönetimine indiğimiz zaman, muhtarların o bölge ile ilgili sorunlara baktıklarında, belki de devletle belediye artık hiç müdahale edemeyecek vaziyette kendilerini kenara almaları lazımdır.

Bu anlamda, sivil toplum örgütleri ile bu bağı kurduğumuz zaman, en alt kademede sivil toplum örgütlerini, hem “karar verebilir” hem de “yapabilir” kılmak; orta kademede “çoğunlukla karar verebilir” ve “kısmen uygulayabilir” kılmak; üst kademede de “karar verebilir” ama “uygulayamaz” kılmak gerekmektedir.

Kısaca söylemek gerekirse, devletin hiç yapmamak yerine “hangi işi ne kadar” yapacağını konuşmak daha makul bir yaklaşım olacaktır.

İlim ve Sanat- Türkiye’nin içinde bulunduğu konjektür içerisinde veya sahip olduğu resmî ideoloji çerçevesinde, devletin ne kadar süre sonra böyle bir işe soyunabileceğini tahmin ediyorsunuz?

Ömer Dinçer- Ben Türkiye’de son birkaç aya kadar, özellikle bu Lüksemburg Zirvesi’ne kadar,Avrupa Birliği’ne “devlet”in girrnek istediğini, “dindar kesim”in de girrnek istemediğini düşünüyordurn. Lüksemburg Zirvesi’nden sonra şuna karar verdim: Meğer bugüne kadar AB’yi devlet istemiyor, halk istiyormuş. Bunun tek sebebi var. Lüksemburg Zirvesi’nde bize söylenenler yeni değil, 1960’tan beri söyleniyor. Demokratik katılımdan, insan haklarının ön plana çıkarılmasından ve farklı kültürlerin yaşatılmasından bahsediliyor. Türkiye bunları yapmamak için direnirken, aynı zamanda Avrupa Birliği’ne girmek istiyormuş gibi göründü. Ve başından beri bunları yapmadığı zaman AB’ye giremeyeceğini de biliyordu. Buradan hareketle, devlet bugün, mevcut ideolojisine sıkı sıkı sarılmaya devam ettiği müddetçe, AB’ye girmemiz için umut beslemenin anlamı yoktur. Bu aynı zamanda Türkiye’nin önüne engel koymak anlamına geliyor. Öyle olunca, bir kere devlet, kendi ideolojisinden vazgeçerse, o zaman bunları yapma imkânı doğabilir diye ümitlenebiliriz. Vazgeçer mi? Onu tam olarak bilemiyoruz.

Son zamanlarda yönetimin yeniden yapılanması meselesi tartışılıyor. Yerel yönetimlerle ilgili bir kanun tasarısı hazırlandı. Görünen şu: Devlet kendi düşüncesinden ve ideolojisinden vazgeçmek istemiyor. Yerel yönetimden anladığı şey ise, belediyeler ve sivil toplum örgütleri değil, onlarla gücün paylaşılması hiç değil, aksine sahip oldukları yetkileri valiye ve il özel idaresine aktarılmasıdır. Bu nedenle devletin kendi ideolojisinden -en azından şimdilik- vazgeçmesi mümkün görünmüyor.

Turgut Cansever- Ben her şeye rağmen farklı sonuçların alınabileceğine de inanıyorum. 1957-60 arasında bölge planlamasını kabul ettirmek için büyük bir çaba sarfettik. 1958 yılında imar İskân Bakanlığı Kuruluş yasasına “bölge planları yapar” hükmünü koyduk. Bütün çabalara rağmen bir türlü “bölge planlama çalışması”nı başlatamadık 1960 yılında tesadüfen alievî yakınlığımız olan bir kişi, belediye başkanının başyardımcısı oldu. Bu kişi Adnan Çelikoğlu’ydu. Bizim bölge planlama çalışmalarından bahsetrniş. Biz de olayı anlattık. Çalışma Eylül 1960’ta başladı. 6-7 ay sonra yaptığımız planlamanın ilk safha sonuçlannı dile getirdik. Türkiye’de nüfus ve iktisadi yatırımların, gelişmelerin hangi aletlerle zorlama olmadan düzenlenebileceğini, ülkede nüfus ve ekonomik gelişme dengesinin nasıl kurulabileceğini, sosyal entegrasyonların nasıl mümkün olacağını anlattık. Birkaçı orgeneral olmak üzere 15’e yakın general ve valiler bizi kucakladılar. Marmara Bölgesi’nde bu çalışma yapılırken, aynı zamanda Türkiye içerisinde sistematiğin gündeme getirilmesi ve neleri başlattığımız anlatılınca, heyacanla bizi bağırlarına bastılar.

İkinci bir örnek söylemek istiyorum. 1974’te Dünya Bankası’nın katılımı ile yürütülen İstanbul Metropolitan alanı planlamasının başına getirilmiştim. 1975’te hükümet değişti. Bakan Nurettin Ok birkaç defa telefon etti “bugün geliyorum, orada kalsın” şeklinde haber bırakıyor. 4-5 defa telefon etti ama bir türlü gelemedi. Birgün saat 4’te telefon ediyor, “saat 6’da geliyorum” diye. O gün saat 6’da geldi. Daha evvel bizi söylediği saatte gelmemeye alıştırıp, geldiği zaman bizi gafil avlamak istemiş, “geldim, yoktunuz, ne yapayım” der gibi. Kendisi ile oldukça katı biçimde konuşmaya başladık. Saat 18.00’de başlayan konuşma saat 23.00’te bitti. Tavrı değişmişti. Sözleşme sürem bitmiş olmasına rağmen daha sonra, “O kadar büyük bir baskı altındayım ki, dayanamıyorum. Ama imar Koordinasyon Kurulu’na gelip planını lütfen anlatsın” şeklinde haber gönderdi. Diyeceğim şudur: Gerçeğin bir gücü var. Gerçeğin gücü karşısında bütün insanların boyun eğmekten başka yapacakları bir şey yok. Meseleyi doğru çözümü ile gündeme getirdiğiniz ve bunu geniş toplum kesimlerine veya ilgili kesimlere duyurduğunuz takdirde -ki, bütün kültür yayınlarının, bütün basının asli vazifesi, asli olan meseleyi duyurmaktır- doğru çözümler istikametinde hızla ilerleme sağlanacaktır.

Ömer Bey’in sevk ve idare biliminden hareket ederek dile getirdiği çerçeve son derece önemlidir. En tepedeki kuruluş hiçbir şey yapmayandır. Ama öyle bir kuruluş bölge ölçeğinde, nüfusun ve iktisadi faaliyetlerin nasıl dağılması lazım geldiğini, stratejik boyutlarda ortaya koyacak bir çalışma yapabilir. Bu kuruluş Devlet Planlama Teşkilatı’dır. DPT’nin yetkisi içinde bunu yapanlar, bunu Türkiye’de bir uzmanlar grubuna tevdi edebilir. Böylece Türkiye’de bu stratejik hedeflere ulaşılacak en geniş politik tercihler tanımlanır ve ortaya konulabilir.

Bölgeler ölçeğinde alınacak kararlar ikinci düzey çalışmalar olabilir. Oradaki organizasyonları da halkın seçtiği kişiler veya halk gerçekleştirebilir. Şehirleri özel teşebbüsler gerçekleştirirler, vücuda getirirler. Uygun şehirler tasarlamışsak, insanlar komşuluk münasebetlerini daha iyi düzenlerler, yaşadıkları çevrenin sorumluluklarını taşırlar, mahallelerini idare ederler. Şehirlerini halkın katılımı ile idare etmek gerekir. Bu konuda, devletin en tepede yaptığı işe ilaveten, yapması gereken birkaç iş daha vardır. Bunlardan bir tanesi, bölge ölçeğinde kararlarla şehirlerin nerelere yerleşmesiyle ilgilidir. Şehir arazisini tahsis etmek kararı ancak tepede, bölge planları ile belirlenmelidir. Bu o kadar zor bir iş değildir.

Türkiye topraklan takriben 770 bin km2. Bu arazinin yalnızca 4 bin km2’si 60 milyon insanımızın şehirleşmesi için yeterli olmaktadır. Devlet bunu tahsis etmeyi kabullenmelidir.

Daha sonra devlet, kendi temel stratejileri içerisinde bir programa sahipse şunları da yapabilir:

Doğunun az gelişmiş yörelerindeki gelişmeyi teşvik etmek istiyorsa ve İstanbul’daki veya Ege’deki yöreleri teşvik etmek istemiyorsa, tahsis ettiği toprağı Ege’de, belirli bir fiyatla kullanıcıya tahsis eder, oradan üretilen paranın bir kısmı o şehirlerin altyapısını oluştururken, diğer kısmı da bir kasada toplanır. Ama Doğu’yu teşvik etmek istiyorsa Doğu’daki arsayı gerekirse bedava verir ve o şehirlerin alt yapısını gerçekleştirrneyi üstlenir.

Altyapının bir bölümünü de, Ege’de kasaya topladığı parayla yapar. O zaman kendisinin stratejik tedbirlerini gerçekleştirrneye yönelik yönlendirici, teşvik edici tedbirler gündeme getirebilir. Bütün tedbirlerin bir tanesinden bahsetmek gerekirse; Besim Tibuk Bey ise tamamen bir liberal ekonomik görüşünden hareket ederek, “Kalkınma uygulamaları teşviklerle değil, vergi kontrolleri ile yapılmalı. Gelişmiş bölgelerde vergi artırılmalı, gelişmemiş bölgelerde ise vergi indirilrneli” şeklindeki önerisini zikredebilirim. Buna benzer bir şey şu anki Türkiye’de öngörülmüyor galiba.

“Devletin nereye, ne kadar” karışması lazım geldiğini ayrıntılı bir şekilde incelememiz, tanımlamamız bir görevdir. Zorluk hiç unutulmamalıdır. Bütün her şeyi kabul ettirme çabası yanında, böyle bir modeli ve küçük örneklerini ortaya koymanın imkânı araştırılmalı ve bu imkânın oluştuğu yerlerde hızla teşebbüse geçilmelidir.

Sadettin Ökten- Yüksek teknoloji binalarında hazır modüller kullanılarak bir şeyler üretiliyor: Tuvalet… vs. Bunlardan pekâlâ biz de oda boyutunda, mutfak boyutunda, ıslak hacim boyutunda, kendimize göre modüller üretip, kendimize özgü birtakım mahaller oluşturabiliriz.

Turgut Cansever- Çok doğru, mesela mutfak, banyo ve tuvaletleri sanayi tarafından üretilmiş olarak alıp, binanın içine yerleştirip, tesisatı iki-üç noktasından bağlayıp, geri kalan odaları bunların çevresine yerleştirdiğimiz zaman binayı bitirme imkânımız olur. Bu konuda çok ayrıntılı bir çalışma yaptık 1980 yılında, Ankara Batıkent için. İki katlı evleri takriben 25 ila 35 gün arasında tamamlayabileceğimizi hesapladık. Ankara Batıkent Projesi’ne katılan Ortadoğu Teknik Üniversitesi İşletme mezunları, Paris’te yapılan çok katlı binaları Türkiye’ye getirme peşindeydiler. Biz “4 bin evi 400 gün içinde bitirip teslim ederiz” derken, onların desteklediği -sözde- çok katlı yapılar ile “2 yılda 1000 ev üretebiliriz” diyorlardı. İki firma vardı o zaman, o teknolojiyi Türkiye’de uygulayan. Tabi bir de maliyet sözkonusuydu.

Biz metrekaresini 8 bin 700 liraya, çok katlı binalardaki konfor şartlarına sahip olacak binaları bitirebileceğimizi hesaplamışken, onlar metrekaresine 22 bin lira teklif ediyorlardı. 22 bin liranın 9 bin lirası iki yıl süren inşaat sebebiyle, o işe bağlı kalan paranın faiziydi. Finansman masrafıydı yani. Aradaki farkın ne kadar büyük olduğu konut teknolojileri belirlenirken ciddiyetle gözönünde tutulmalı ve hiç unutulmamalıdır.

İlim ve Sanat- Şu ana kadar çizilen tablodan, olayın teorik ve pratik yönü, akli/rasyonel tarafı, gelecekle ilgili düzenlemeler açısından bilimsel bir çerçeve çizildi. Malum, hayatın biraz da sanatla alakalı bir yönü var. Türkiye’de şu anki uygulanan mimari, sanat yönünden, hayat ile insan ve tabiat uyumu bakımından nasıl bir çizgi izliyor?

Sadettin Ökten- Bugün hiçbir şey yok. Sıfır, elde var sıfır. Şu an büyük bir çöküntü yaşıyoruz.

Biz 10-12 katlı gökdelenlerin içinde çöküntü yaşıyoruz şu an. İşin garip tarafı bunun farkında da değiliz. Bu ister Küçükarmutlu’daki gecekondular olsun, isterse Erenköy’deki, Şaşkınbakkal’daki 10-12 katlı binalar olsun, insani bakımdan bir çöküntü yaşamaktayız.

Bazen yanından geçerken Ataşehir’e, Bahçeşehir’e bakıyorum, aklım ermiyor. Niçin bunca yoğunluk?… Hani etrafında yer olmaz da bina böyle yükselmiş desek o da değil. Etraf bomboş ama binalar yükseliyor. Bırakın sanatı, insani boyutla da ilişkimizi kopardık ve biz bunu isteyerek yaptık, bilinçsizce yaptık, gafletimizden yaptık. Bu aynı zamanda oralardaki “rant grubu”nun da muhteşem şekilde işine yarıyor. Bu nedenle onlar da bu işi köpürtüyorlar.

Endişenizi gayet iyi anlıyorum. Bir misalle konuyu aktarayım:

Eskiden el işi vardı. Zanaatkarlar vardı. Bunlar hafif bir şey üretiyorlardı ama yaptıkları işte sanat vardı. Mesela bir kol düğmesi üretirken, ahşap işlerken, dokuma yaparken gerçek bir sanat ortaya koyuyorlar. Şimdiki işlerde ise bu yok. Yeni bir oluşum içerisinde birtakım mahalleler düzenlersek, bunlar belki yapılabilir. Sözgelimi, öyle bir kapı kulpu üretilrneli ki bu kapı kulpu ucuz olmalı, sağlam olmalı ve güzel olmalı. Bu kapı kulpunu bugünkü Türkiye’deki ranta alışmış dökümcü üretmez. Onun mantığı artık, “tüketim toplumu mantığı” ile çalışıyor. O artık güzele bakmaz. Batıda, yine iyi kötü tüketici zinciri çalıştığı için denetliyor. Türkiye denetleyemiyor, “at, yenisini al” diyor. Bizim zihnimizde güzel deyince hep pahalı, büyük metrekare, ünlü bilmem kim yapmış gibi şeyler oluşuyor. Güzel küçük de olabilir, basit de. Ben hep söylüyorum; benim yetiştiğim İstanbul köhne ve bakımsızdı ama güzel bir İstanbul’muş. Şimdi zengin, görgüsüz ve bakımsız bir İstanbul var. İşin parayla alakası yok. O gözle olaya bakın.

Turgut Cansever- Bugün bir resim sergisi hakkında konuşuluyor da Türkiye’ye ihanet olacak derecede çirkin bir halıyı üreten fabrikanın reklamı hakkında konuşulmuyor. TV’lerde yayınlanan bu reklamlar hakikati aksettirrniyor. Halka çirkini güzel gibi gösteriyorlar.

‘İğreti kazanç sağlamak için halkı yanlış şartlandırıyorsun’ şeklinde konuşabilmemiz, tepki gösterebilmemiz lazım. Toplumda halkı aydınlatacak sanat hayatının, bu meselelere inerek gündeme getirilmesi gerekir. Bunun yalnız tiyatrodan, yalnız şiirden ibaret olmadığının farkında olan bir kültürel hayat tarzını ön plana çıkarmamız gerekiyor.

Biraz evvel, evler endüstriyel olarak üretilmelidir, dedim. İnsanlık tarihindeki en büyük örneklerinden bir tanesi Osmanlı Evleri’dir. Osmanlı Evleri’nin bütün taşıyıcı parçalarının hepsi, ormanda standart ölçülerde kesilir ve insanlar bunları birbirlerine taktıkları zaman evler oluşurdu. O standartlar, bir sanayicinin aklına geldiği için sanayicinin kafasından çıkan standartlar değildi. Büyük bir duyarlılık ve bilgi birikimi ile oluşmuş, en üst seviyede mimari biçimlendirme yeteneğine sahip kadroların, bölgesel özelliklere göre ortak katkılar ile geliştirilen mimariyi vücuda getirecek standartlar idi. Bu standartlar ortak bir aklın ve mutabakatın sonucuydu. Mahalli şartlara uygun bu standartlar, yörenin iklim meselesini çözüyordu, yörenin mahalli malzemesini değerlendiriyor ve üslubun farklılaşmasını sağlıyordu. Bu farklılaşmayı da genel bir kültür beraberliği içerisinde gerçekleştirdiği için kültürü zenginleştiriyordu. Bursa’daki evler birbirinden farklılaşarak şahsiyetleri ile Bursa’yı zenginleştiriyor ve bir bölgenin evlerinden öbür bölgenin evlerine gittiğiniz zaman benzer değişiklikler meydana geliyordu. Şunu hararetle tavsiye ederim: Birgün eski Bursa içerisinde dolaşın. Ertesi gün erken saatlerde bir otobüse binip 40 km ötedeki Orhaneli’ne gidin. Orhaneli’nde yine eski mahallelerin bulunduğu yerleri gezin. Bursa’da, öğleden sonranın koyu renkleri, mavisi, koyu altın sarısı, kırmızıya kaçan pembesi, çok daha koyu kırmızısı vs. renklerden oluşan renk dünyasının içerisinde nadir olarak beyaz evler bulunurken; Orhaneli’ne gittiğiniz zaman, renklerini beyaz evlerin arasında sarı limon sarısına, mavi açık bir firuzeye dönüştüğünü göreceksiniz. Adeta güneşin doğduğu yere gelmiş gibi oluyorsunuz. Bu bölge, yalnızca yapılırken değil, ilerde şehre şahsiyet kazandırırken o şehirlilerin kendi şehirlerini farklı bir şekilde görmelerini mümkün kılacak katkıları da bir üst düzey grubun halka anlatması, teklif etmesi ve kabul ettirmesi ile oluşmuş bir dünyaydı. Sokakta attığı her adımda bir biçim güzellikleri dizisi gören, kendisine bakan pencerelerle selamlaşır gibi yaşayan, insanların bir sokaktan çıkıp bir meydana geldiği zaman oradaki mescidin güzelliğini gören, bir kahvenin saçağı altında oturup konuşan veya kitap okuyan insanlarla selamlaşmak yahut bir başka yerde büyük bir abidenin yanında yürüyen veya camiden çıkanların konuştuklarını dinleyen çocukların dünyasını düşünün. Doğrusu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir’i, bunun farklı tezahürlerinin Anadolu coğrafyasında oluşmuş olduğunu gösteren çok önemli bir belge. Bugünkü şehirleşmemizi de kültür değerlerine dayalı olarak, evlerin renkleri, yerleri; büyüklükleriyle ilgili hususlarda kullanıcısının, yaptırıcısının katkısını mümkün kılan, fakat bir üst düzey bilgiyle ve kararlarla da birbiriyle çalışan, birbirini yokeden etkilere sahip, bir çatışmalar ve seviyesizlikler ortamı halinde bir şehir değil, aksine bütünleştirici düşünme tarzının duyarlılığı, biraraya getirdiği şehirleri inşa etmek için yola çıkmamız gerekiyor. Burada, “İnsanların en iyisi alimin iyisi, insanların en kötüsü alimin kötüsüdür” diyen Hadis-i Şerif’in hükmünün ön planda yer edinmesi, işlerimize yön vermesi zaruretine işaret etmeyi vazife biliyorum. O zaman, bu standartları toplumun en seçkin gruplarının katkısıyla oluşturmak daha mütevazı, daha az kendisini geliştirme fırsatını bulmuş meslek insanlarının bunlara saygıyla uyarak, mesleklerini uygulamalarını sağlayacak meslekiçi disiplin kurallarını da geliştirmemiz gerekiyor. Mimarlık Odası başta olmak üzere meslek odalarının, bu tür meseleleri çözmeyi asli vazifesi sayması gerekirken, bir sendika gibi, bir politikacı gibi davranmak, maalesef meslek odalarımızın gelişmesini yavaşlatan faktörler olmuştur. Meslek odalarının tek başlarına meseleleri çözmesinin mümkün olmadığı da aşikardır. Meslek odalarının doğru istikametteki çabalarını gerek merkezi hükümet gerekse mahalli idareler olsun paylaşmaları bu yönde ortak amaçları gerçekleştirecek bir iradeyi ortaya koymaları, beraberce çalışma yürütmeleri de onların asli vazifesidir.

İlim ve Sanat- Hem yaşama elverişlilik bakımından hem de gelecekte sürdürülebilirlik açısından konut meselesini çözmede mahalli idarelere neler düşüyor?

Ömer Dinçer- Konut meselesi ile “yerel”in yönetimi arasında mutlaka bağ vardır. En azından, ortaya çıkacak sorunlar ve onların çözümleriyle yerel yönetim ilgileneceği için bir bağ kurmamız mümkün. Fakat bütün bunlara rağmen yönetimin yapılarını iyileştirerek ve insanları yaşadıkları şehrin yönetimine daha çok dahil ederek, bir takım fiziki sorunlara rağmen, iyi bir sosyal iklim oluşturmak ve ülfet havası meydana getirmek mümkün. Özellikle fiziki şartlar, mimari yapılar ve bunlarla birlikte ortaya çıkan altyapı sorunlarına baktığımız zaman, ümitsiz olmamız için birçok sebep oluşabilir, özellikle Türkiye’deki şehirler açısından. Fakat yerel yönetimlerin mantığını ve yaklaşım tarzını iyileştirerek insanları bütün bu olumsuz şartlara rağmen, ruhen ve bedenen daha sağlıklı şekle dönüştürme imkânımız yönetim vasıtasıyla sağlanabilir.

Bizler, genellikle mal üretimi ile hizmet üretimi arasında birtakım farklılıklar olduğunu iddia ederiz ki, öyledir. Genellikle, şehrin üretilmesi meselesi daha çok fiziki ve somut bir şeyin üretilmesidir ve bir “mal” üretimine benzer. Şehrin yönetimi ise “hizmet” üretmekle bağdaştırılabilir. Hizmet üretiminde, fiziki davranışlardan daha çok insan davranışları ön plana çıkar. Sözgelimi, siz mal üreteceğiniz zaman, yapısal faktörlere, teknolojiye ve teknolojinin gelişmişliğine daha çok bağlı olmanıza rağmen, hizmet üretiminde insan davranışlarına daha çok bağımlısınızdır. Bir yerde, mesela okul binaları kötü olabilir, oradaki iktisadi şartlar iyi olmayabilir. Fakat oradaki eğitimin niteliği ve müfredatın kapasitesi çok iyi olabilir. Tıpkı bunun gibi, şehirde de insanlara, yaşadıkları sorunu çözme, o sorunlara yönelik karar verme ve uygulama imkân ve fırsatları verilebilirse o zaman Turgut Bey’in bahsettiği mahsurları kısmen telafi etmemiz mümkündür. En azından kişi, kendisini içinde bulunduğu yere ait hissedip, “ben, bu şehre aitim” diye düşünmelidir. Aksi takdirde beraberinde bir yabancılaşma gelecektir. Mimaride veya üretim-tüketim ilişkilerinde nasıl bir yabancılaşma sözkonusu olduysa, kişiyle şehir arasında da bir yabancılaşma ortaya çıkacaktır. Şehrin kültürünü öldüren, şehrin sağlığını yok eden de bu ‘yabancılaşma’nın kendisidir. Arabasının kapısından dışarıya sigaranın kağıdını atan, kolanın kutusunu atan insan, o şehre yabancı bir insandır, kendisini oraya ait hissetmemektedir. Kötü bir yola rağmen, “insanı, o şehre nasıl ait kılabiliriz” sorusuna yerel yönetimler cevap vermelidir. Bu da şu andaki merkezi yapıdan uzaklaşarak oluşturulabilir. Aksi takdirde, insanlar kendilerini yaşadıkları şehre ait hissetmeyecekler diye düşünüyorum.

Yönetim yapısı değiştirilmeli. Bana göre, çözümü veya geliştirilmesi en kolay alan da budur.

Çünkü artık şehirleri vücuda getirdik. Bir Millet Caddesi’nin yeniden oluşturulabilmesi için nereden baksanız 50 yıla yakın zamanın geçmesi lazım. Fakat yönetim modelinin değişmesi, planlandığı şekilde gerçekleştirilemese bile, 10 yılda bunu sağlamak mümkündür. Hatta düzenli çalışılırsa 5 yılda sağlanabilir. X mahallesinin yönetimini muhtar ile oradaki halka bırakmak ve böylece o insanları kendi mahallesinin sorunlarını aşacak şekilde güçlendirmek, belki de diğer sorunların çözümünü de kolaylaştıracak. Bir şehrin altyapı sorunları, rekreasyonu ve nihayet şehir kültürü ve şehirlilik olayı ile beraber aynı şekilde yönetim olayını da ortaya koymak ve yönetimle şehirliliği sağlamaya çalışmak, şehre ait olma duygusunu geliştirmek/pekiştirrnek, arkasından da bu sorunları hep beraber çözmeye teşebbüs etmek iyi bir metot olabilir.

Turgut Cansever- Burada bir noktaya işaret etmek istiyorum izninizle. Bugüne kadar dışarıdan gelen nüfusla sürekli büyüyen şehirler modeli benimsendi ve uygulandı. Burada adalet dışı bir olay cereyan ediyor. Bir şehir varsa, o şehrin şehirlileri, şehrin işletme ve gelişme ihtiyacını karşılayacak ödemeleri belediyeye ve devlete yapıyorlar. Bu insanların yaptıkları ödeme ile şehre dışarıdan yeni insanlara hizmet götürülüyor. Bu insanlar, kendi katılımlarıyla şehirde yapılan işleri benimsemek imkanını kaybediyor böylece. Şehirlilik duygusunu yok eden sebeplerden bir tanesi, kendi katılımlarının şehirde nasıl bir gelişmeye yansıdığını görememektir. Bu katkının, birisi mahalle diğerinin şehir olmak üzere iki ölçekte olması lazım ki, insanlar yaşadıklan yöreye katılımlarının nasıl neticeler verdiğini farketsinler ve o katılımlarını severek yapsınlar. Bunu yapmaktan gurur duysunlar. Bu şekilde bir şehirlilik ruhunun oluşması için, şehirlere gelen yeni nüfusu, belediye yönetimlerinin ve merkezi hükümetin ortak politikaları ile artık mevcut şehirlere getirmek yerine yeni şehirlere sevketrnek yönünde olmalıdır. Dolayısıyla mevcut şehirlerde, yeni gelecek nüfusa yönelik harcamalar yapmak yerine, bu insanları yeni şehirlere sevkedecek türden harcamalar yapmak şeklinde yeni temel politikanın uygulamaya geçilmesi şart olmaktadır. Çünkü gecekondu süreci içinde gelip arsayı mafyadan, eşkiyadan satın alan ve arazinin üzerine oturan/işgal eden, rüşvet veren kişiyi affedip, yol yaparak, elektrik götürerek onu desteklediğiniz zaman, gelecek insan sayısı bir ise 5-10 oluyor. Ailesini barındırmak, hayatını kazanmak için gecekondu yapanlar bu hizmeti götürmek eksik ve ters bir insancıl duygu ve özünde görevini yapmayan yöneticilerin ve teknokratların günahını ört bas eden bu yaklaşım. Esasında o insanlar için felaketi beraberinde getirirken, bütün düzeni de yıkıyor. Adalet, bu insanları çok daha sağlıklı bir şekilde yaşayacakları yeni şehirlere yerleştirecek düzeni kurmakla olacaktır. Dolayısıyla mahalli idareler de burada bu yeni şehirler oluşumunu destekleyecek şekilde kendi şehirlerinin nüfus artışını kısıtlama politikalarını tatbik etmek gibi asli bir stratejik görev ve yükümlülük içerisinde olmalıdır.

Sadettin Ökten- Bu noktada üniversiteleri, orduyu vb kurumları kullanabiliriz. Sayı ile adam alıp eğiten müesseselerde kontenjanı artırmıyorlar, nüfus artışı var diye. Mesela ihtiyaç olduğu halde kontenjanları 150’den 200’e dahi çıkarmıyor. Böyle mantıklar var Türkiye’de. Bu müesseler, geniş alanlı bir mekâna yapılsa daha fazla verim alınacağını zannediyorum.

Bir de Sultanbeyli örneği var. Bu örneği çok iyi incelemek lazım, her ne kadar araya yeşil bir bantın girmesi öneriliyor ise de. Bu belediyenin hududu burada bitti, tel örgüyü çekti ve orada başka bir belediye başlıyor. Ama düzeni ve yönetimi ayrı olursa o zaman farklı. “Burası fakir insanların belediyesi ama onlar da bir şey ödemeliler. Benim imkanlarımdan onlar ücret ödemeden yararlanmamalılar. İyisi benim belediyem burada bitsin. Arada birkaç km yeşil arazi olsun sonra onunki başlasın” türünden düşünceler. Türkiye’de spontane olmuş bir şey Sultanbeyli örneği. “Nedir bunun maddi gücü, kaç kişi çalışıyor ne üretiyor ne alıyor, şehre ne kadar yük getiriyor?” diye analiz etmek lazım.

Turgut Cansever- Burada şunu da belirtelim: Sözünü ettiğim bu yaklaşım, fakir insanı dışlama anlamına gelmiyor aslında, o fakir insanlara götürmemiz gereken gerçek hizmeti ulaştırmamızı amaçlıyor.

Sadettin Ökten- Tabii, tabii. Dışlama yok asla…

Turgut Cansever- Dışlamanın aksine, kuracağımız yeni şehirlerin mahallelerinde, o mahallenin bekçisi, çöpçüsü hiç şüphesiz, varlıklı veya orta halli ailelerin yaşadıkları sokaklarda ev sahibi olmalıdırlar. Fakiri bir köşeye itmek gibi, mesela, fakirler/zenginler dünyası gibi ayrımları katiyyen bertaraf edecek bir şehirleşme yapısı olması lazım. Şu veya bu sebeple daha büyük bir gelire sahip olmayan insan hiçbir şekilde hakir görülmemiş, küçültülmemiş olmalıdır. Bütün farklı gelir düzeyine mensup insanların birbirlerine sevgi ve saygıyla beraberce yaşamalarını sağlayacak ahenkli bir toplum meydana getirilebilir.

Ömer Dinçer- Biz burada konuşurken biraz da beyin fırtınası yapıyoruz. O nedenle önceden düşünmediğimiz birtakım şeyler aklımıza gelebiliyor. Şu an ilginç bir fikir geldi aklıma, müsadenizle aktarayım:

Farzedelim ki, siz bir apartmanda daire alacaksanız, onun bedelini ödüyorsunuz. O ödediğiniz bedel, oturacağınız dairenin fiyatıdır ve o fiyatı belirleyen faktör de o bölgedeki piyasa fiyatları ve gayri menkul fiyatlarıdır. Eğer lüks bir semtte oturacaksanız aynı metrekarelik bir daireye daha fazla, kenar bir mahallede oturacaksanız daha düşük bir ücret ödeyeceksiniz. Biz meseleyi apartman yönetiminden mahalle yönetimine geçip mahalleyi de o mahallede yaşayanların yönettiği bir yönetim birimi şeklinde bir yönetim modeline dönüştürsek. O zaman mahallenin müşterek alanları farklı bir yatırım gibi gözükecektir. Bir mahalleye taşınmak isteyen, sadece o mahallede daire alarak o mahalleye gelemeyecek, o mahallenin ortak yatırımlarına da katkı ödemek zorunda kalacaktır. Bu katkı çoğu kere başka bir mahalleye taşınmayı zorlaştıran bir unsur olarak ortaya çıkar ve belki de göçün engellenebileceği bir mekanizma olarak kullanılabilir. Burada tek şart, o mahalle için mahalle halkından oluşan bir yönetimin oluşturulması ve mahallenin yönetiminde ortaya çıkan sorunların çözümü o mahalle halkına verilmişse, o çözümde ortaya çıkacak maliyete katlanmalarının gerekliliğini de belirtmektir. Günümüzde mahalle halkı, mahalle sorunlarını çözmede ne katılıyor ne de masrafIarına dahil oluyor. Biz bir katılımdan bahsediyorsak, aynı zamanda katılımın maliyetini de ortaya koymalıyız. “Arkadaş eğer bulunduğun mahalleyi yöneteceksen, tıpkı bir site yönetiminde, site yönetiminin ortak masraflarını o site sakinleri tarafından nasıl karşılanıyorsa, mahalle yönetiminin ortak masraflarını da mahalle sakinleri tarafından karşılanmak zorundadır. Tabi burada Devlet’e verdiğimiz paralardan ayrı olarak düşünüyoruz. Biz bugün vatandaşlığın bedelini çok yüksek ödüyoruz. Bu bedel düşmeli ve buna mukabil katıldığımız mahalleye kaynak olması sağlanmalıdır. O zaman bizim mahallemize dışarıdan biri gelecekse, benim şimdiye kadar yaptığım ortak yatırımları veya ortak masrafların birim başına düşen bedelini ödeyip ondan sonra gelmelidir.

Turgut Cansever- Tamamen katılıyorum. Yaptığımız 35 evden oluşan Demir Evleri, tamamen bu ilkeye dayanıyor. Yani ufkî kat mülkiyeti esasına dayanıyor; bir apartmanda nasıl katlardaki daireler bağımsız bölüm olarak tanımlanmışsa, kat mülkiyeti yasasının bir maddesi “ufkî kat mülkiyeti” diye bir hüküm getiriyor. Orada bu insanlar mülkün ortak sahipleri oluyorlar fakat kendilerinin sahip olduğu bağımsız bölüm belli oluyor ve bunların çöp toplama, su ve elektrik gibi hizmetlerini, aileler müştereken idare eder hale geldiler. Bütün Osmanlı yapılaşması böyledir.

Mahalleliler eğer şehre bir bedel ödüyorlarsa o zaman da yöneticilere, “sana ödediğim bedeli, bizim mahalleler arası yollar, yeşil saha, büyük cami, konferans ve konser salonu, mektepler, sağlık tesisleri, su ishalesi vb. hizmetler için nasıl harcadın? Harcadığından benim mahalleme ne düşüyor?” diye sorabilmelidir. Bu da tabii 10 milyonluk dev şehirler içerisinde çok zor. Dolayısıyla şehir ölçülerinizi, bu işleyişi şeffaflaştıracak şekilde küçültmemiz de bir zaruret haline geliyor. Halkın yapabilme ve katılım yeteneğinin geliştirilmesine olduğu kadar, şehrin idaresinde şeffaflığın sağlanabilmesi için, şeffaflığın daha küçük ölçeklerde, daha kolaylıkla mümkün olduğunu; tarif edilmiş alanlarda, tarif edilmiş görevlerle ilgili şeffaflığın tesis edilmesinin, gerçekten o şeffaflığın hayatta uygulanmasını mümkün kılacağını hatırlamamız gerekmektedir.

Sadettin Ökten- Şehir içerisinde de şu andaki teknik verilere göre bir “optimum” şehir büyüklüğü var. Türkiye şehirleri bunu çoktan aştılar. İrrasyonel ve gayri iktisadi çalışıyor Türkiye şehirleri. Nüfus artarsa -Turgut Bey’in de söylediği gibi- bir başka şehir kuracaksınız, o şehre artık eklemeyeceksiniz. İşin psikolojik yönünden başka bir de ekonomik yönü var. Şehir işletmeciliğinde/ekonomisinde her şehre göre belli verileri aldıktan sonra o şehre optimize ediyorsunuz. Masrafının minimize olduğu bölge var o şehirde.

Turgut Cansever- Bu çok çok önemli. Mesela şehir hayatı. İstanbul’da yapılan ulaşımla ilgili çalışmalar şunu ortaya koydular: “İstanbullular kişi başına günde 2,5 saat kaybediyorlar.” Ben 3 saat kaybediyorum, ayrıca onu da belirteyim. Ben 78 yaşındayım. Sözgelimi 10 sene daha yaşasam, hayatımdan ne kaybediyorum? Günde 14-15 saat uyanıksam ve onun 3’ünü kaybediyorsam. Bu yüzde 20’ye tekabül ediyor. Demek ki, ben 10 sene yaşayacağıma 8 sene yaşamış oluyorum. Ve o 8 sene ızdırap kaynağı oluyor. Halbuki, Bursa’yı ben yaşadım 1928-33 yılları arasında. Bursa’da evinizden çıktığınız zaman attığınız her adım sizi ayn bir güzellik ile karşılaştırıyordu. Bahçe duvarlarının üzerinden ağaçların dallarının çiçeklerinin sarktığını görmek, değişen ışıkları görmek… Attığınız her adımın bir güzellik olması mümkündü orada…

İlim ve Sanat- Hocam, İbn-i Haldun “Mukaddime”sinde, kendi devrindeki şehirlerin oluşumunda bazı kıstasları öne sürüyor. Mesela su kaynaklarına ve otlaklara yakın olacak, havası temiz olacak vs. “Eğer bu şartlara dikkat edilmezse belli bir süre sonra o şehir ölür” diyor ve Kufe’yi örnek veriyor…

Turgut Cansever- Bugün maalesef bir başka puta tapıyoruz: Teknoloji. “Ben suyun bulunduğu kaynaktan bilmem şu kadar uzağım ama getirebilirim” diyoruz. Suyu getirmek bir maliyettir. Ama İstanbul’a gelecek nüfusu suyun kaynağının bulunduğu yere yerleştirsek, o zaman suyu getirmeye de ihtiyaç olmayabilir. Ama hastalıklı bir gelişme akımı oluştuğu zaman o akımı tersine çevirmek kolay olmuyor. Yöneticiler kısa vadede, o akımın olumsuzluklarını düzeltmeye yöneliyorlar. Tabi bu noktada, İslami öğretim çok çok önemli. Gelecek konusunu gündeme getiriyor. Fakat o gelecek konusu yarının geleceği değil, uzun vadeli bir gelecektir. En önemlisi uzun vadedeki gelecek olduğu zaman, yakın vadedeki geleceğin faydalarını değil, uzun vadedeki geleceğin faydalarını düşünmek ve dolayısıyla mahalli idare yöneticilerinin de 3-5 senelik dönemde sağlanabilecek faydaların ötesindeki faydaları insanlara sunması, insanlara kabul ettirmesi ve insanlarla beraber gelecek nesiller için daha güzel olan ve daha uzun vadede gerçekleşebilecek doğruları gerçekleştirmek için yola çıkmaları gerekiyor. Bugün Türkiye’nin şehirleşme meselesini böyle bir tavırla yola çıkarak, istikrarla, halkın yapma gücünü harekete geçirerek ve halkla beraber çözüme ulaştırabiliriz. Birinci vazifemiz de böyle bir projenin nasıl işleyeceğini tarif etmektir. Buna ana hatlarıyla kısaca değindik. Böylece halkın katılımı ile bu amaca yönelik bir gelişmenin gerçekleşmesi için politik gruplar arasında mutabakat sağlamak. Bu ortak mutabakata katılmayanların günahını halkın önünde teşhir ederek, halkın karşısında politik gruplar arasında hakem rolü oynayacak, bu alanda teknik ve kültür meselelelin çözümüne dayanan bir hareketi/söylemi ortaya koymamız gerekiyor. Bize bu konuda ilk sözleri söyleme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyorum ayrıca.

İlim ve Sanat- İnsan vücudunda bir yenilenme var, hücreler ölüyor yerlerine yenileri geliyor, her 5 yılda bir bütün vücut değişiyor. Şehirlerimizde de geçmişte bu şekilde bir yenilenme var. 70-80 senede bir şehir bütünüyle değişiyor. Çünkü sağlığa elverişli olsa bile dayanıksız malzeme kullanıldığı için bir yenilenme var. Günümüzde ise kanserli hücreler gibi ölmeyi kabul etmeyen, kalan ya da diğer bir ifadeyle yenilenmeyi kabul etmeyen hücreler gibi bir yapılaşma var. Tabi kanser ilerleyince çoğunlukla hasta ölüyor. Bu kanserli şehirleşme ile nereye kadar gidebiliriz?

Turgut Cansever- 1960’larda bölge planlaması çalışmaları başladığı zaman İstanbul’un, Akdeniz ve Ortadoğu’da bir asli karar merkezi olacağı, adeta dünyanın yarısından çoğunun merkezi durumda bulunmanın kazançlarını Türkiye’ye sağlayacağı hesaplanıyordu. İstanbul bu fırsatı kaçırdı. Bir kere içerisinde yaşayan insanlar için ve kendisinin içerisinde bulunduğu toplum için yapabileceği fırsatı kaçırdı. Aralık 1997’de Başbakan Mesut Yılmaz Amerika’ya gitmişti ve ABD Başkanı Bill Clinton ile yaptığı bir görüşme öncesinde Clinton, “Her sabah kalkıp, dünyaya bakıyorum ve Türkiye’ye bakıp ‘bu yer dünyanın en önemli noktası, evet bu yer’ diyorum” demişti. Clinton adeta, “Ben size bulunduğunuz coğrafi mevki dolayısıyla değer veriyorum, sizinle yola çıkmak mecburiyetindeyim” diyor aslında. Şimdi bu mecburiyet sebebi ile dünyanın karar merkezi olma durumunda olan İstanbul, bugün bu kararı verecek durumda değil, karar verecek merkez değil artık. Nüfus artışı İstanbul için beklenen gibi değil, durdu. İnşaallah geriye gider. Kim gitsin? Sanayi uzaklaşsın, gecekondu semtleri boşaltılsın. Fakat öyle olmayabilir de…

Sadettin Ökten- Galiba biz gideceğiz.

Turgut Cansever- Evet, evet. Galiba İstanbul’un kültür hayatını oluşturanlar, geliştirenler gidecekler ve insanlığın en büyük kültür ve karar merkezi olmuş olan İstanbul yok olacak.

Sadettin Ökten- Tarihi Yarımada öyle oldu mesela…

Turgut Cansever- Tarihi Yarımada İstanbul için akıl almaz bir fırsattı, hatta bugün de öyle sayılır. Doğrusu ben yetkili olsam İstanbul’un gelirinin en önemli bölümünü öncelikle Tarihi Yarımada’yı yeniden kurmaya tahsis ederim.

Sadettin Ökten- Hatta imkân olsa da Laleli semtinin son 10-20 yıllık bir araştırmasını yapsa bir sosyolog, bir ekonomist. O çıkışı daha net göreceğimizi sanıyorum. Bunlar bir miktar rakamlara dayalı şeyler olmalı. Biraz da arazi tespitleri yapılmalı. Ben sadece gördüklerimi yazıyorum. Biraz daha bilimsel metinlere oturması lazım.