Kavramlar Üzerine Genellemeler
Rasim Özdenören
Alıntı: İlim ve Sanat Dergisi, Eylül-Ekim, 1986, Sayı:9
Şüphe yok ki kavramlarla düşünüyoruz. “Kavram” tanımlanmış, çerçeveleri belirlenmiş düşencelerin ifadesidir. Her yeni düşünce, kendisini açıklayabilmek için kendi kavramlarını da beraberinde gitirir; bu kavramları açıklamaya, onları belirli kalıpların içine yerleştirmeye, daha önce kullanılmış benzer kavramlar varsa yeni düşüncenin farklılıklarını belirtmeye gayret eder. Böylece bakarsınız gündelik dilde kullanılan bir kelime o yeni düşünceyle birlikte “kavram” katına yükselmiş…
Fakat kavramlar da eskir. İlk kullanıldığında çarpıcı, pek çok şeyi açıklayıcı diye düşünülen bir kavram giderek yaygınlaşmaya, gündelik genel dilde kullanılmaya girdikçe o kavramın çerçeveleri bulanıklaşmaya başlar. Buna rağmen o kavram gene de sınırları kesin, tanımlanmış bir anlamı ifade ediyormuş gibi kullanılmaya devam eder.
Bergson “sezgi” kavramıyla karşımıza çıktığında onun pek çok şeyi izah ettiği düşünülmüştü. “Sezgi” kelime olarak kuşkusuz ki bizim gündelik kelimelerimiz arasında yer alıyordu. Fakat Bergson ona yeni anlamlar da yüklemişti. Aradan geçen 50 yıl dolaylarındaki bir zaman perspektifinde bu kelime Bergson’un kullandığı anlamda kullanılmak için yeni açıklamalara ihtiyaç gösterecektir.
Bugün bize, açıklayıcı gibi görünen ve gündelik dilimize yer etmiş olan pek çok “kavramsal kelime”nin neyi ifade ettiğini pek açık seçik bilemiyoruz. Buna rağmen bu kavramları kullandığımız zaman meramımızı ifade ettiğimizi düşünüyoruz. Oysa bu kavramlar üzerinde yeniden kafa yorduğumuzda pek de öyle açık seçik ifadelerle karşı karşıya olmadığımızı görmemiz mümkündür.
İnsan kafasında kavramlar deneylerle oluşup yerleşir. Bir kavramın bize mal olabilmesi için onu belki de birçok kez kişisel deneylerimizden geçirmemiz gerekir.
Çocukların, özellikle konuşmayı yeni öğrenmiş 2-3 yaşlarındaki çocukların konuşmalarına dikkat ederseniz, kelimeleri yerli yerinde kullanamadıklarını görürsünüz. Hele çocuk yeni bir kelime öğrenmişse, o kelimeyi çoğu kez yanlış ya da yersiz kullanabilir. Büyükler, çocukların bu tür konuşmalarını gülümseyerek dinlerler. Yanlış kullanılan kelimelerle gaf yapılır. Ama çocuk, deneyleriyle bir kelimenin nasıl kullanılacağını öğrenir. Böylece o kelimenin işaret ettiği kavram çocuğun kafasına yerleşir.
Her dilin kendine göre taşıdığı bir iç mantığı vardır. O dilin iç mantığını kavramak uzun süre alır. Hatta, o iç mantığı bütünüyle kavrayabilmemiz için yabancı dillere başvurma gereği bile ortaya çıkabilir. Yetişkin biri, sonradan bir yabancı dil öğrenmeye başlamışsa, gerek kendi ana dilinin gerekse öğrenmekte olduğu yabancı dilin bu iç mantığını, bu mantıkların farklılığını kolayca görebilir. Böyle bir karşılaştırmayla, insanın, ana dilini bile daha yakından, daha derinden kavraması şaşılacak bir şey değildir. İnsan, bu yoldan, kendi dilini de bir kez daha denemiş, onu bir kez daha hayatına geçirmiş olur demek, abartma olmasa gerek.
Bir kavramı kendimize mal etmek, onu hayatımızın bir parçası haline getirmek kolay değildir. Kolay öğrenilen, daha doğrusu kolaya kaçarak öğrenilen şey, kolaylıkla da unutulur, silinip gider.
Bizim Batı’yı kabullenişimiz “romantik duygulanmaların” bir sonucudur. Deyim yerindeyse Batı’ya oldukça safiyâfine denebilecek bir coşkunlukla ve bir hesaplaşma ihtiyacını duymadan kabullendik.
Günümüzde hemen herkesin İslâm üzerinde şu veya bu biçimde konuşmalarına rastlıyoruz. İslâm’a ilişkin kavramlar yerli yersiz kullanılıp durulmaktadır. Bu kavramların yerine oturabilmesi için İslâm’ı hayatımızın bir parçası haline getirmemiz gerektiği açıktır. Yoksa, çoğu kez olduğu gibi yanlışlıklara, yanılgılara düşülmesi hem kaçınılmaz hem doğaldır.
İslâm’ın buyruklarından, yasaklarından anlaşılması gereken şeyler, onu yaşayarak öğrenilir. Kitap üzerinde öğrenilen şeyler uygulamaya, kişisel yaşantımıza intikal etmedikçe, öğrendiğimiz hususların kafamızda belki bir nesne değeri olabilir, ancak onu ne ölçüde kendimize mal edebildiğimiz hususu gene de bir soru olarak kalır. Bir kavramı kendimize mal edebildiğimizi ileri sürebilmek için hayatımızın her safhasında, karşılaştığımız her türlü şart altında o kavramı tasarruf edebilip edemediğimize bakmalıyız. Kavramlar üzerinde tasarruf sahibi olabilmemiz, bizim, o kavramı kişisel yaşantımızda çeşitli fizik ve zihin deneylerimizden geçirmiş olmamıza bağlıdır. Değilse, o kavram, kafamızda iğreti olarak duruyor demektir: Bir gün geri vereceğiniz bir “ariyet” gibi. Yani onun üzerinde istesek de tasarruf edemeyiz.
Bir şeyi ariyet olarak muhafaza etmekle mülk olarak muhafaza etmek arasındaki fark ne ise, kavramları da ariyet olarak muhafaza etmekle kendi malımız olarak muhafaza etmemiz arasındaki fark odur. Kavramları kişisel mülkümüz haline getirmemiz onları kişisel yaşantımıza geçirmemizle mümkün olur.
Biz, geçmişinde İslâm’ı yaşamış bir toplumun insanları olarak henüz Batı ile kesin bir hesaplaşmaya girmiş değiliz. Ne siyasal alanda ne fikriyatta ne bir başka alanda.
Bizim Batı’yı kabullenişimiz “romantik duygulanmaların” bir sonucudur. Deyim yerindeyse Batı’ya oldukça safiyâne denebilecek bir coşkunlukla ve bir hesaplaşma ihtiyacını duymadan kabullendik. Tanzimatla Cumhuriyet arasında geçen bazı belirli isimleri hatırlayalım: Namık Kemal, Recâizâde Ekrem, Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit, Halit Ziya, Mehmet Rauf ve benzerleri. Bütün bu edipler, şairler Batı’ya gayet safiyâne duygularla hayrandılar. Fakat bu hayranlık içinde, öteki her türlü hayranlık gibi, belli başlı bir hesap, enini boyunu ölçüp biçme yoktu. Batı, bu insanlar için ilmin, medeniyetin, insanlığın beşiği idi. Osmanlı devletini kurtarmak düşünülüyorsa, Batı’nın ilmini, medeniyetini, insanlığını benimsemeliydik. Batı’nın hukukunu benimsemeliydik. Gerçi hukuk kelimesi, “bütün harfleriyle” telaffuz edilmiyordu ama. Batı’nın yönetim biçimlerini Osmanlı devletine aktarma teklifi bu düşünceyi dile getirmekten başka bir şey değildi.
Andığımız Osmanlı edipleri aslında “Batı’nın ilmini, medeniyetini alalım.” derlerken, öyle sanıyorum ki, ilim, medeniyet gibi kavramlar hakkında da oldukça safiyâne duygular içindeydiler. İslâm’da övülen ilmin, Batı’da geliştirilmiş olan ilimle aynı şey olduğu zehabını taşıdıkları kolayca tahmin edilebilir. Aynı şekilde hürriyet, kardeşlik, adalet, eşitlik gibi kelimeler de bu insanların üzerinde coşkulu, büyülü etkiler doğuruyordu. İnsancıllık (yani hümanizma) keza bu türden bir kavramdı.
Osmanlı düşünürleri, edipleri, bu kavramları âdetâ İslâm’ın adesesinden bakarak değerlendiriyor ve öylece benimsiyorlardı. Bu kelimeler ne bütünüyle Batı kültüründe biçimlenmiş anlamlarıyla kavranabiliyorlardı ne de İslâm’ın öngördüğü biçimleriyle. Kafalarda tuhaf, bulanık bir kavram haritası oluşuyordu ama bu kavramlar nereye çeksen oraya doğru uzanan bir mahiyet gösteriyordu.
Namık Kemal’in ünlü Hürriyet Kasidesi’nde: “Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten” mısrası ilginçtir. Bir Doğulunun, siyasal bir Batı kavramına döşendiği ilan-ı aşk… Meseleyi bütünüyle duygusal bir düzlemde ele alıyor. Esasen bu edipler Batı’yla tanıştıklarında ilk kez romantizmle karşılaşmışlardı.
Bizim Batı’yla tanıştığımız döneme ait ilk izlenimlerimiz, kolay kolay silinmedi. O günden bugüne sürdü. Az önce, Batı ile kesin bir hesaplaşmaya girmediğimizi söylerken, bu durumu vurgulamak istiyorduk.
Bugün de Batı’ya özgü pek çok kavramın kendi asal anlamında kullanıldığını kolayca ileri sürebilecek durumda değiliz.
Esasen Batı’yı anlamak da onun terimlerini anlamakla eşanlamlıdır, bunu anlamadan Batı’yla bir fikriyat hesaplaşmasına girmenin yolu bulunamaz.
Ne var ki Batı ile hesaplaşmaya girerken terimler konusuna uzunca bir bölüm açmak gerekecektir, diyorum. Çünkü anlamlarında kaydırılarak kullanılan bu terimler ne bizim kültürümüzde bir yer tutabiliyor ne Batı kültürüne özgü kavramların doğru dürüst yansıtılmasına yarıyor. Esasen Batı’yı anlamak da onun terimlerini anlamakla eşanlamlıdır, bunu anlamadan Batı’yla bir fikriyat hesaplaşmasına girmenin yolu bulunamaz.
Siyasal alanda Tanzimat’la başlayan batılılaşma süreciyle birlikte, Batı kültüründen birçok kavram da Türkçe’ye aktarıldı. Bu kavramlar genellikle Türkçe sözlüklerdeki karşılıklarıyla kullanılıyordu. Belli bir kavramın Batı dillerinde içerdiği anlamın ne olduğuna pek dikkat edilmeksizin sözlüklerde bu kavram için verilen ada bakarak o kavramın Türkçe’ye aktarıldığı sanılıyordu. Günümüz Türkçe’sinde kavram kargaşasının, kavram karmaşıklığının kökeni diye gördüğümüz bu yanlış tutum, yüz elli yıla yakın bir zamandan sonra, bugün de geçerliliğini korumaktadır.
Sorun, Batı kültüründeki beli bir kavrama Türkçe’de bir karşılık bulunup bulunmamasından ötede bir anlam taşımaktadır. Türkçe’de o kavram için bulunan karşılığın Batı kültüründe o kavrama yüklenip yüklenmediği dolayısıyla o kavramın içerdiği anlam(lar)ı dile getirip getirmediği önemlidir. Sözlüklerde karşılığı bulunan, gerçekteyse bizim kültürümüze yabancı olan bazı sözcükler, Türkçe’de neredeyse bir kural halinde hep anlam kaymalarına uğratılarak kullanılmaktadır.
Batılılaşma sürecine girildiğinden bu yana, Batı kültüründe belirli bir içerik kazanmış olan kimi deyimler, değindiğimiz nitelikteki anlam kaymalarına başvurularak Türkçe’ye aktarılmaya çalışılmıştır. Bu deyimlerin dile getirdiği kavramlar, yerli kültürümüzün süzgecinden geçirilerek (dolayısıyla yanlış olarak) kafalara sokulmuştur. O deyimlerin Türkçe’deki algılanış biçimlerinden yararlanılmak istenilmiştir. “Rationalism” gibi bütünüyle ve kökünden İslâm dışı kimi felsefe akımları, İslâm’ın akla önem verdiği, “akılcı” bir din olduğu yolundaki hedef saptırıcı iddialarla kabul ettirilebilmiştir. Günümüzde rasyonalizme ya da pozitivizme ya da bir başka felsefe görüşüne, kendi indî-keyfi anlayışına göre İslâmi bir anlam veren ya da öyle anlayan müslümanlar eksik değildir. Bu çarpık tutumun kökeninde bir yandan kasıtlı olarak yapılan anlam kaymaları yatarken, bir yandan da İslam kültürüne özgü kavramlara sahip çıkamamak yatmaktadır.
Deyimlerdeki, kavramlardaki kargaşalık bir başına bir dil olayı halinde kalmış olsaydı belki üzerinde durulmaya değmez denilebilirdi. Oysa bu kargaşanın botuyları çok derinlere uzanmakta, bugün aydın denilen kimselerin kafası bu kavram kargaşasının meydana getirdiği yoğun bir bulanıklık içinde yüzmektedir. Batılı kavramlara göre düşünenler ya da düşündüğünü sananlar kendi tarihimizi yorumlamaya giriştiklerinde ancak ve yalnızca birtakım yakıştırmalarla yetinmek zorunda kalmaktadırlar. Gerçekten de Batı Avrupa’da feodalite, burjuva, sınaî dönem ve sonrası gibi birbirini izleyen bir tarihsel sürecin bizim tarihimiz için de geçerli olduğu kuruntusunu taşıyanlar, kendi tarihimize yaklaşırlarken sadece yakıştırmadan ibaret kalan bir yoruma girebilmektedirler.
Türkiye gibi “terimler kargaşası”nın yoğun bulunduğu bir ülkede konuların müzakeresinde karşılaşılan ilk güçlük bu noktadan kaynaklanır. İlkin herkesin aynı terimden aynı şeyi anlayıp anlamadığı bir sorudur. Terimler konusundaki kargaşa sadece indî ve keyfî terimlerin kullanılmasındaki anlam kaymalarından doğmuyor. Sözgelimi ilericilik, gericilik, devrimcilik, tutuculuk gibi, bu kelimeleri kullanan kişinin niyetine göre biçim alabilecek, konuşan adamın kimliğine göre anlamı değişebilecek kelimeler değil sözkonusu. Aynı zamanda felsefede kullanılan, aslında herkesin aynı anlamda kullanması beklenen bazı kavramlar ve deyimler bile Türkiye gibi kültür kaymasına uğramış ülkelerde çok değişik anlamlandırmalara konu olmaktadır. Sözgelimi rasyonalizm, pozitivizm, idealizm, materyalizm gibi kavramlar bile çok farklı, değişik anlamlara gelecek biçimde kullanılmaktadır.
Başka bir deyişle, genel kabul gördüğü sanılan bir kavramdan, kamuoyu önünde vazgeçmenin tehlikeleri göze alınamadığı için, bu kavramlar istismar mı edilmektedir?
Konuyu daha iyi anlatabilmek için somut bir örnekten hareket etmek yerinde olacak. İran’ı alalım. Son İran devrimini müzakere ettiğimizi düşünelim. Müzakerecilerden biri diyor ki: “Efendim, yeni yönetim, İran’ın batılılaşmasını engelledi. Şah, ABD ve Batı Avrupa ile İran’ın “modernleşmesi” için iktisadi ticarî alanlarda çok yönlü ilişkilere girişmişti. Böylece İran’a yapılacak yatırımlarla bu ülke “kalkınacaktı.” Şimdi bütün bunlar önlendiğinden İran devrimi iyi olmamıştır. İran’ın aleyhine olmuştur.”
Şimdi, bu sözler karşısında ne dememiz gerekir? Bu sözleri onaylayacak mısınız? Yoksa red mi edeceksiniz?
Bu müzakerecinin konuşmaları arasında geçen iki deyim dikkatimizi çekiyor: Modernleşme ve kalkınma. Bu kelimeler Şah’ın batılılaşma yolundaki niyetini ve hamlesini pekiştirmek için kullanılmıştır. Siz, eğer batılılaşmayı benimsemiş iseniz, sözlerini aldığımız hayalî müzakerecinin sözlerine katılacaksınız. Fakat bu eğilimde değilseniz, bazı kelimeler üzerinde durmak ve onlar üzerindeki kuşkularımızı bellemek gereğini duyacaksınız. Mesela diyeceksiniz ki: “Modernleşme ne demektir? Kalkınma ne demektir? Önce bu kelimelerin anlamlarını tartışalım. Modernleşme, kalkınma gibi kelimeler bize “fikr-i sabit” halinde benimsetilmiş kavramlardır. Bu kelimeler, bizatihi bu kelimelerin içindeki anlamlardan daha farklı anlamlara kaydırılarak kullanılacaktır.”
Ancak bunları söylemeniz de yetmeyecektir. Bütün bu iddialarınızın ne adına söylendiği de önemlidir. Yani sizin bulunduğunuz konum önemlidir.
Çünkü siz modernleşmeye ve kalkınma kavramına bunların zararını görmüş, çevre kirlenmesinden şikayetçi bir Amerikalı filozof olarak da karşı çıkabilirsiniz, bir müslüman olarak da. Böylece, çıkış noktanızda bir benzerlik olsa bile, varacağınız sonuçlar gene farklı olacaktır. Öyleyse, konumumuzun neresi olduğu ayrıca önem kazanacaktır.
Demek istediğim kavram kargaşası veya karışıklığı denilen şey, bir kavramın tarif edilemez olmasından çok, niyetlere göre tarif edilmesinden çıkmaktadır. Karışıklık, daha çok bir takım soyut çerçevelerin somut muhtevalarla doldurulması gerektiği zaman görünmektir. Soyut olarak kimsenin itiraz etmediği bir çerçeve, somut bir muhteva ile doldurulmak istendiğinde, ihtilaflar başlar. Bu ihtilaf esnasında da aynı kavramdan herkesin ne kadar farklı şeyler kastettiği şaşılacak biçimde belli olur.
Şimdi, sözgelimi genelde demokrasiden yana olmayan kimse yok gibidir. Fakat demokrasinin ne olduğu konusunda basit bir anket yapılsa, birtakım harcıâlem, basmakalıp çizgilerin dışında, kimsenin ortak bir amaç gütmediği, herkesin kendine göre demokrasi anlayışının olduğu ortaya çıkartılabilir.
…
Bazı kavramlar, daha baştan “vazgeçilmez” diye bellenmiştir. Bizzat “demokrasi” denilen şey, peşin hükümlerimiz arasında bu vazgeçilmezler sırasında yer almıştır. Bu “vazgeçilmez”den vazgeçmek, yani zihinleri bu yolda oluşturmak zor bir yoldur. Oysa demokrasiye kendimize göre, kendi niyetlerimize göre bir anlam vermek daha kolaydır. Üstelik böyle bir yolda, kimsenin putuna sataşmadan, kimsenin putunu kırmadan istenen neticeyi almak da mümkündür, diye düşünülmektedir.
Demokrasi misaline devam edelim. Bu kavramın başına “hakiki” veya “gerçek” veya “özgürlükçü” diye herhangi bir sıfat konduran bir anlayış sahibinin asıl niyeti gerçekten demokrasi midir, yoksa belli bir niyetle bu kavramı saptırmak mı istemektedir? Başka bir deyişle, genel kabul gördüğü sanılan bir kavramdan, kamuoyu önünde vazgeçmenin tehlikeleri göze alınamadığı için, bu kavramlar istismar mı edilmektedir? Yalın bir kavrama, bir sıfat verilmek lüzumu hissedildiğine göre, o kavram, aslında yeniden isimlendiriliyor demektir. Bu da aslında, o kavramın artık eski, yalın anlamının kaybettirildiği, ona yeni bir anlam yüklenmek istenildiğini ifade etmekten başka bir şey değildir. Daha açıkçası, isim ve çerçeve değiştirilmemekte, fakat muhteva değiştirilmektedir. Böylece bir takım peşin hükümler zedelenmeden, zihin putları kırılmadan ve insanlar gücendirilmeden bir oyun oynanmaktadır.
Müslümanlar arasında olsun, batıcılar arasında olsun bölmeli kafa yapısından kendilerini kurtarabilmiş olanların sayısı uzun yıllar çok az olmuştur.
Türkiye gibi yeni yeni, çilesi çekilmemiş kavramların (batı uygarlığına ait kavramların) bir uçtan durmadan girdiği ülkelerde bu oyun, bütün şiddetiyde sürdürülmektedir. Vazgeçilmez diye belletilen, bir taraftan da loş ortamlarda iyice bulanıklaştırılan kavramların arkasında bir kördöğüşü halinde, herkes palasını oraya buraya savurmaktadır. Bu manzara bence tabiidir. Çünkü bu gibi ülkelerde asıl zamirini göstermek bazılarınca tehlikeli sayılabilmektedir. Tehlikeler, ancak, genel geçer sayılan bazı kavramların (demokrasi gibi) kalkanı arkasına saklanmakla ve kavramlar asıl anlamlarından saptırılarak savuşturulabilmektedir.
Böylece, Tanzimatla idarî yapıda başlayan “bölmeli kurumlar” giderek kafaları da bölmeli hale getirdi. Tanzimatın başlıca özelliklerinden biri sayılan ikili kurumlar, kafalarda da ikili bir kategori oluşturdu. Sözgelimi Şer’î mahkemeler/Nizamî mahkemeler yahut mektepler/ medreseler ayrımı, kafalarda da İslâmî olan ile İslâmî olmayanın yan yana, iç içe bulunabileceği hususunda bir inancın yerleşmesine yol açtı.
Böylesine bölmeli kafa sadece İslâm inancına bağlı kalmak isteyenlere mahsus bir özellik olmadı, Batı fikriyatını benimseyenler de aynı bölmeli kafa yapısını taşıdılar.
Müslümanlar arasında olsun, batıcılar arasında olsun bölmeli kafa yapısından kendilerini kurtarabilmiş olanların sayısı uzun yıllar çok az olmuştur.
Temelde batıcı olmakla beraber, bir kültür olarak dinin (İslâm’ın) muhafaza edilebileceğine inananlar olduğu gibi, temelde müslüman kalmayı istemekle beraber Batı kurumlarının ithal edilebileceğine, hatta ithal edilmeleri gerektiğine kani olanlar da olmuştur.
Sözünü ettiğimiz bu iki fikriyatin temelde uzlaşmayacağını görenlerin ve öyle kabul edenlerin sayısı parmakla gösterilebilecek kadar azdır.
Bölmeli kafa yapısına sahip olanlar sentezcilik veya eklektisizm adı altında fikirlerini aklîleştirmek, makul kılmak için büyük çaba gösterdiler. Bunların uç örneklerinden biri, Ziya Gökalp’tir. Ünlü “teslisi” Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, bölmeli bir kafanın bu yoldaki gayreti olarak anılabilir.
Keza temelde müslüman kalmayı arzu etmekle beraber, İslâm’ı, İslâmdışı görüşlerle sıfatlandırarak o görüşlerle meczetmeye çalışanlar da son yüzyılın, İslâm aleminde görülmeye başlayan acayiplikleri arasındadır. Sözgelimi İslâm’ı sosyalizmle, secularismle, bankacılık yoluyla faizle uzlaştırmaya çalışmak isteyenlerin çabaları bu arada sayılabilir.
Halen “bölmeli kala yapısını” taşıyanların Türkiye’de ulaşabildikleri son aşama “nasyonalizm” kavramını benimseyenlerde görülmektedir. Bu kavram öyle bir tanıma kavuşturulmak isteniyor ki özellikle genç insan için böyle bir kavram her kapıyı açabileceği farzedilen bir maymuncuk diye kabul edilmektedir. Muhtevasına din, tarih, kültürel değerler, hatta ırkçı hevesler gibi pek çok şeyin sığıştırılabildiği böyle bir kavram pek çok kimsenin çok cazip, nerdeyse vazgeçilmez bir “öğreti” diye görünebilmektedir.
Kemal Tahir tipi sosyalistler de buna benzer görüşlere oldukça iltifat etmektedirler.
İşin tuhaf yanı, bu tür görüşleri benimseyenler, sadece yalnızca müslüman olarak kalmak isteyenlerin, bunun dışında hiçbir eklektik yahut sentezci düşünceye iltifat etmeyenlerin, ne demek istediklerini anlamaya kolay kolay yanaşmamakta ve kendi sentezci düşüncelerinin “İslâm’ı da kapsadığını” zannedebilmektedirler.
Bu yüzden günümüzde, savaş açılması gereken hususların başında sanırım şu veya bu biçimde dokunulmaz (tabu) haline getirilen kavramlar bulunmalı. Çünkü kendisini bu tabulardan birinin arkasına gizleyen kişi söylediği şeylerin herkes tarafından kabule mazhar olacağını sanmaktadır.
Günümüzün müslümanı, her türlü siyasî, fikrî kavrama İslam’ın kıstaslarıyla bakmak yerine, İslâm’a İslâmdışı dünya görüşlerinin kıstaslarıyla bakmaya alıştırılmıştır.
Bu tabuların hemen hepsi, son yüzyıl içinde Batı’dan ödünç alınmıştır. Pek çoğuna “yerli” kıyafetler giydirebilmek için, akla geldik, gelmedik gayretler gösterilmiştir. Bu Batı menşeli kavramlara kimi zaman İslâmî bir çeşni katmak da ihmal edilmemiştir. Öyle ki bugün sokaktaki adamı durdurup da halen tabu haline getirilmiş bu kavramların biri hakkındaki fikrini sorsanız, size bunların İslâm’a ait kavramlar olduğunu bile iddia edebilecektir.
Günümüzün müslümanı, her türlü siyasî, fikri kavrama İslâm’ın kıstaslarıyla bakmak yerine, İslâm’a İslâmdışı dünya görüşlerinin kıstaslarıyla bakmaya alıştırılmıştır.
Böyle olunca bir kavramın küfür menşeli olup olmadığına bakılmıyor, fakat o kavramın İslâm’da nasıl bir yer tutması gerektiği hususu araştırılıyor.
Bugünkü müslüman ülkelerin her birinde, böyle farklı farklı tabular oluşturulmuştur. Bazı ülkelerde sosyalizm tabu sayılırken, bazılarında milliyetçilik tabu haline getirilmiştir. Böylece, ülkelerin birinde İslâm’a sosyalizmin gözlükleriyle bakılırken, diğerinde nasyonalizmin gözlükleriyle bakılabilmektedir.
Böylece diyebiliriz ki bugün dünyada kavramlar keşmekeşinden doğan zararlardan payını en çok alanlar, sanırım müslümanlardır.
Müslümanlara sadece kendilerine ait terimlerin asıl anlamı unutturulmakla kalmamış, bir de bu terimler çok yaygınlaşmış biçimde saptırılarak kullanılmıştır. Bu yaygınlaşmış yanlış ifadelerin haddi hesabı yoktur.
“Din” kavramından başlayarak günah ve sevap deyimlerine kadar adalet, kardeşlik deyimlerine kadar, akla gelebilecek bütün İslâmî kavramlar bugün büyük ölçüde İslâmdışı birtakım muhtevalar yüklenerek kullanılmaktadır.
Bazı kelimeler öylesine mıncıklanmış, hırpalanmış, yalama edilmiş ki insan onları kullanmaya çekiniyor. Yalama olmuş bir yive bir vidayı raptetmeye çalışmak ne kadar boşunaysa, yalama edilmemiş kelimelerle bir fikri tutturmak da o kadar zor, belki de imkânsızdır. Bu yüzden, elimizdeki vidaya göre yeni yivler, yeni setler oluşturmak zorundayız.
Son yüzyıl içinde İslâm’ın kelimeleri, İslâm’a ait kavramlar, bütünüyle İslâmdışı alanlarda kullanılmaya başlandığından, o kelimeler, kendilerine mahsus anlamlardan saptırıldığı gibi, herhangi bir biçimde inandırıcı olmaktan da çıkartılmıştır.
Böylece, müslümanlar, hem zaman zaman yer yer, bu, asıl anlamları saptırılmış kelimelere bakarak kendilerine ait kavramları anlamakta güçlük çekiyorlar hem İslâm’ı başkalarına anlatırken güçlüklerle karşılaşıyorlar.
İslâm’da, “din” kavramının kendine özgü bir anlamı olduğu bugünün rasyonalist, pozitivist mekteplerinde Batı ölçülerine göre eğitim görmüş bir insana nasıl anlatılır bilemiyorum. Çünkü Batı standartlarına göre eğitilmiş bir kafa, dini de tıpkı filozofik düşünce sistemleri gibi, insan kafasının bir icadı olarak anlamaya yatkındır. Temeldeki bu farklı yaklaşımların uzlaşmaz mahiyetleri algılanmadıkça, neticede hedef olan bizzat din ve ona ait kavramlarla olmaktadır.
Ünlü bir yazarımız, bir yazısında, batılı adamların “helâl” yoldan para kazandığını söylüyordu. O yazarımız, “helâl” kavramına kendine göre bir mâna yüklüyordu. Helâl derken adeta yalnızca emek karşılığında kazanılmış parayı kastediyordu. Oysa helâlin ve haramın sınırları din tarafından çizilmiştir. Bu kavramlara birtakım yakıştırmalar yoluyla kendimize göre anlam biçmeye kalkışırsak, kavramların özünü, muhtevasını, mahiyetini katletmiş oluruz. Nitekim helâlin ölçüsü, sırf emek karşılığı elde edilmiş birtakım değerler (para vs.) olsaydı, bir hırsızın, bir fahişenin çektiği emekler karşılığında elde ettiği kazançlara da helâl diyebilecektir. Bir tefeci de faiz üzerine muameleler yaparken, tıpkı bir tüccar gibi birtakım riskleri göze alabilmektedir. Fakat onun faiz yoluyla elde ettiği kazanç, katlandığı risk ne kadar yüksek olursa olsun, buna karşılık faraza, alacağı faiz miktarını ne kadar aşağı bir seviyede tutmuş olursa olsun, haram olmaktan çıkmaz.
Geçen yüzyılın Osmanlıca konuşan aydınıyla günümüzün “öztürkçe” konuşan aydını arasında kavram kargaşası yönünden öyle önemli değişikliklere rastalanabileceğini sanmıyoruz.
Bugün, gündelik dilde “ihlas” ile çalıştığını söyleyen birisi ne demek istemektedir? Kuşkusuz, kelimelerin bir lügât anlamı olduğu gibi, bir de ıstılah anlamı var. Lügâttaki anlamı yerli yerine oturtulmuş bir kelime, aynı zamanda kelimenin ıstılahtaki anlamını içermeyebilir. Bu durum en çok günümüzde, kültür değişikliğine uğratılmış, kavramları allak bullak edilmiş ülkelerde söz konusu. Bu yüzden, bugünün Türkiye’sinde “ihlas” ile çalıştığını söyleyen birinin kastettiği anlam ile bir İslâm toplum düzeninde kendi kavramlarının bilincinde olan bir müslümanın söylediği aynı söz arasında anlam farklılaşması, deyim yerindeyse bir “niyet farklılaşması” vardır.
“Secular” kafa yapısını sahiplenmiş birisi burada kullandığı ihlas kelimesi ile iyi niyetle, halisâne bir gayretle çalıştığını ifade etmek isterken, müslümanın kullandığı bu kelime Allah’ın rızasını kazanmak ve Hak yolunda çalışmak, şirkin her türlüsünden kaçınmak anlamına gelir.
Binaenaleyh temelde İslâm’ın haram kıldığı bir toplum düzeninde kişilerin “ihlas” kelimesini kullanarak bir faaliyet üzerinde bulunduklarını söylemeleri, İslâmî bakımdan hiçbir anlam taşımaz. Bir tefecinin kendi koyduğu kurallara uygun olarak çalışması ve bu kuralları müşterilerine baştan bildirerek işini “namusuyla” ve “ihlas” ile yürütmesi, başta konulan kuralları ihlal etmemeye son derece özen göstermesi, İslâmî ıstılahtaki “ihlas” kavramıyla tamamen ilgisiz bir olaydır. Kelime belki lügâttaki anlamına uygun olarak kullanılmaktadır, fakat İslâmî ıstılahtaki anlam bütünüyle sadet dışı kalmaktadır.
Son yıllarda en çok kullanılan kelimelerden biri de “israf” (savurganlık)tır. Kapitalist bir dizgede bu kelimenin anlamı izafî ve nisbî bir içerik taşır. İslâm’ın, “israf” kelimesine yüklediği anlamla, İslâmdışı kullanışta, bu aynı kelimenin muhtevası her zaman çakışmaz (üst üste gelmez).
İsraf kelimesi, İslâm’da, en geniş anlamıyla “haram yolunda harcama” anlamına geliyor, bu anlamda harama tahsis edilmiş her “birim değer” israftır, çoğu da azı da. Dolayısıyla parasını, malını harcamaktan kaçınarak onu bankaya yatıran kimse İslâmî anlamda israftan kurtulmuş olmuyor. Oysa kapitalistik bir iktisadî düzende bu işe “tasarruf” gözüyle bakılmaktadır. Demek ki bu kelimenin lügâttaki “gereksiz yere harcama” biçimindeki tanımı her zaman işimize yaramayabilir. Kapitalistik dizgede “gerekli” sayılan bir harcama, İslâm’da tamamen gereksiz sayılabilir. İsraf, İslâmî anlayışta aynı zamanda, helâlin harama dönüştüğü sınırlardan biridir.
Söz buraya gelmişken, halen güncelliğini koruyan bir tartışmaya, dil konusundaki tartışmaya değinmekte de yarar var.
Günümüz Türkçe’sinde bir kavram kargaşasının varolduğundan söz açanlar genellikle konuyu “eski dil/yeni dil” bağlamında ele alarak sorunu dil konusuna indirgiyorlar. Böyle olunca, gerçekte önemli bir sorun olan “kavram kargaşası” iddiası yalın bir dil tartışmasına dönüşüyor ve karşılıklı suçlamalar başlıyor. Oysa dil konusunda birbirine ateş püsküren taraflar arasında belli başlı bir görüş ayrılığı bulunduğu kolay kolay ileri sürülemez. Yüzeydeki, çoğu kez ayrıntıdaki anlaşmazlıklar, ilk çıkış noktasındaki ayrılıktan ileri geliyor sanıldığından, asıl sorun bir yana itilerek bu tartışmada kendini taraflardan biri olarak görenler karşı tarafın art niyetlerini araştırmaya başlıyor. Konunun başka bir tuhaf yanı da şu: Asıl sorunu dil konusuna indirgeyerek tartışmayı yürütenler gerçekte tartışma konusu haline getirdikleri dili birbirine benzer biçimde kullanabilmektedirler.
Bugünün Türkçe’sinde bir kavram kargaşası olduğunu elbette kabul ediyoruz. Ne var ki söz konusu kargaşaya yalın bir dil olayı diye bakmıyoruz. “Eski dil/yeni dil” tartışması ile, bizim sözünü etmek istediğimiz kavram kargaşası arasında pek bir ilinti bulunamaz. Yukardan beri hep “bugünün” Türkçe’si diyorsak da kavram kargaşası Türkçe’ye geçen yüzyılın ortalarından bu yana yerleşmiştir. Geçen yüzyılın Osmanlıca konuşan aydınıyla günümüzün öztürkçe konuşan aydını arasında kavram kargaşası yönünden öyle önemli değişikliklere rastlanabileceğini sanmıyoruz.
Biz, geçmişinde İslâm’ı yaşamış bir toplumun üyeleri olarak Batı ile karşılaştığımızda, Batı dillerinde gördüğümüz siyasal, toplumsal, hukuksal, ekonomik içerikli deyimleri, içinde bulunduğumuz kültürün bize telkin ettiği değerlere göre algıladık. Bu deyimlerin sözlüklerdeki karşılıkları birbirini tuttuğu için biz o deyimlerin içerikleri de üst üste geliyor sandık.
Batı’ya yönelen ilk Osmanlı “aydınları” İslâm’a özgü kafa alışkanlıklarıyla Batı’yı anlamaya çalışırlarken, aslında ne Batı’nın mahiyetine akıl erdirebilmişler ne İslâm’ı kafalarında tutabilmişlerdir.
“Science” sözcüğünün karşılığı bizim sözlüklerimizde ister “ilim” diye geçsin, ister “bilim” olarak karşılansın, biz tüm bu sözcüklerle aynı anlamların amaçlandığı yanılgısına düştük. Gerçekten de “science” deyimiyle karşılaşan Osmanlı aydınının “ilmi” savunmak adına İslâm’dan gerekçeler sunması “ilim” kavramının bize yabancı olmadığını ileri sürmesi ilginçtir.
Gerçi İslâm’da “ilim öğrenmeyi” özendiren, yerine göre “ilim öğrenmeyi” bir buyruk olarak vurgulayan yargılar var. Fakat bu yargılar Batı dillerinde, özellikle 17. yüzyıldan başlayarak belli bir anlama kavuşmuş olan ve “science” sözcüğüyle anlatılan kavramla aynı şey midir? İslâm, Batı’da dine karşı açılan uzun bir savaşta, kendisine “ilim” (ya da isterseniz bilim deyin) adını takan her türlü düşünceyi benimsememizi mi öngörüyordu? Yoksa onun bilimden anladığı çok daha başka bir şey midir?
Aynı karışıklık bizzat “din” sözcüğü üzerinde de olmuştur. Batı kültüründe ağırlığı olan bir bölük yazar, din (religion) üzerinde konuşur, dine karşı tezler geliştirilir ve bu sözcükle özel olarak Hıristiyanlığı amaçlarken; Batı’ya yönelen “aydınlarımız” bu sözcüğü de sözlükteki karşılığına bakarak algılamışlar, onunla bütün dinlerin amaçlandığını sanarak bu sözcüğü İslâm’ın aleyhinde kullanmaya heves edebilmişlerdir.
Bu bağlamda özgürlük, kardeşlik, adalet, eşitlik, mülkiyet, birey, aile gibi, Batı’da özellikle Rönesansla birlikte çok özel anlamlar yüklenen bir dizi sözcük ona yüklenen anlamların bilincine varılarak bütünüyle keyfî ve ındî bir anlayışla benimsenmiştir.
Batı’ya yönelen ilk Osmanlı “aydınları” İslâm’a özgü kafa alışkanlıklarıyla Batı’yı anlamaya çalışırlarken, aslında ne Batı’nın mahiyetine akıl erdirebilmişler ne İslâm’ı kafalarında tutabilmişlerdir. İslâm’a özgü kültürü Batı’dan ödünç alınmış kavramlara göre değerlendirirlerken, Batı kültürünü de İslâm’a özgü kavramlarla algılamaya ve değerlendirmeye çalışmışlardır. Böylece İslâm ülkesinde kendisinin “bireyci” ya da “toplumcu”, kapitalist ya da sosyalist vb. olduğunu ileri sürebilen garip müslümanlar ortaya çıkmıştır.
Bu tür düşünürlerimizin en kabadayılarının (sözgelimi Ziya Gökalp ve izleyicileri) ileri sürdüğü görüşler sonunda, Batı kültürü ile kendi kültürümüz arasında bir uzlaşmaya (sentez) varma noktasında düğümlenmiştir.
Günümüz Türkçe’sinde hüküm süren kavram kargaşasının kökeninde dil sorunu değil, fakat Batı uygarlığına özgü kavramlarla, İslâm’a özgü kavramlar arasındaki anlam kaymaları yatmaktadır. Sorun belli bir olguya “individual” ya da “fert” ya da “birey” demekten kaynaklanmıyor, bu kavrama yüklenen anlamdan kaynaklanıyor.
Bu yüzden biz “eski dil/yeni dil” biçiminde geliştirilen bir araştırmaya katılmayı reddediyor ve bu konuyu “meselelerimizin” dışında tutuyoruz. Bizim için mesele ıstılahlarla ilgilidir, yani kelimelere yüklenen anlamlar önemlidir. Bu yüzdendir ki “ihlas” ile kafirliğin yapılabileceğini de söyleyebilmekteyiz.
Şimdi örnek olarak basit bir cümlenin yüklenebileceği anlamları irdelemeye çalışalım.
Söylenmiş bir sözün çeşitli anlamları, yorumlara açık yanları bulunabileceği gibi, vuku bulmuş bir olayın da çeşitli yorumları bulunabilir. Bir olay görünüşündeki yalınkatlıktan, sadelikten daha fazla bir anlam taşıyabilir. “Ahmet yürüyor.” cümlesi, bir kişinin yürüdüğünü bize bildirmektedir. Fakat bu yürümenin ne anlama geldiğini iyice bilebilmemiz için ilkin Ahmet’in kim olduğunu bilmeliyiz.
…
Ahmet’in kişiliğiyle onun niyetini bildikten sonra o kişiyle onun niyetini birleştiren, bizim zihinsel ameliyemiz işin içine karışacaktır. “Ahmet yürüyor.” cümlesinden, bu kez kendi kafamızda şu sonuca varacağız: Ahmet adam öldürmek üzere yola çıkmıştır ama o katil olamaz (olamayacağını düşünüyoruz). Veya Ahmet yola çıkmıştır, bu tehlikeli bir akıbetin ilk adımıdır vesaire gibi durumun ve şartların gerektirdiği birtakım sonuçlara ulaşırız. Ulaştığımız bu sonuçların içimizde uyandırdığı tepkilerse ayrı bir meseledir. Bunlar da daha çok, Ahmet’le aynı niyetleri taşıyıp taşımadığımıza göre değişebilir. Eğer Ahmet’in ekmek alması veya adam öldürmesi hususundaki niyetlerimiz çakışıyorsa (üst üste geliyorsa) onun yola çıkmasını tasvip ederiz. Aksi halde onun yürümesine karşı menfî bir tavır takınırız. Burada sayılamayacak kadar çok ve değişik tepkilerimizin bulunabileceği tabiidir.
Bir kısmımıza çok sade, basit, yalınkat gelen bir olay, o olayla bir iç bağıntı kurmuş olanlara bu kadar basit görünmeyebilir.
Bütün bu zihnî spekülasyonları şunun için yapıyoruz: Hiçbir davranış, hiçbir olay göründüğü kadar sade ve basit değildir. Özellikle, muhtevasından haberli olmadığımız sözler ve olaylar, bu muhtevadan habersiz olan kişiler için böyledir. Bir kısmımıza çok sade, basit, yalınkat gelen bir olay, o olayla bir iç bağıntı kurmuş olanlara bu kadar basit görünmeyebilir.
Dostoyevski’nin Karamazoflar’ında şöyle bir sahne var: Dimitri, babasını öldürmekle itham edilip sorgusu yapılırken, bir rüya görür. Rüyasında bozkır ortasında yanmış kulübelere, memesi kurumuş annelere, birtakım sefalet sahnelerine şahit olur. Kendisi bir arabada seyahat etmektedir. Ağlayan bebeleri görünce, bir iç sızısıyla arabacıya, bu çocukların niçin ağladığını sorar. Köylü arabacı, gayet tabii bir biçimde: “Çocuklar ağlar efendim.” diye cevap verir.
Şimdi arabacının cevabı anlamsız mı? Değil. Ama soru sahibinin beklediği cevap da bu değildir. Bununla birlikte, ağlayan bir çocuğun niçin ağladığını kavrayabilmemiz, büyük ölçüde, ona atfettiğimiz sebeplerle yakından ilgilidir. Arabacı, kendisi de sefalet içindedir. Fakat sefalet hakkında fikri yoktur. Bu yüzden, bir çocuğun ağlamasını rahatlıkla tabii bir hale bağlayabilmektedir. Oysa Dimitri, sorduğu sorunun altında, trajik bir cevabın bulunabileceğine hazırlanmıştır. Belki sorusunun cevabını da içinden vermiştir veya bu soru cümlesiyle bize cevap vermektedir.
Bize, çok sade ve basit, hatta alelâde gibi görünen, bir ifadenin, bir tavır ve davranışın altında, tahmin edemeyeceğimiz kadar muğlak, girift, derin sebeplerin yatabileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Bir olaya, Dimitri’nin arabacısı gibi de yaklaşıp yorumlayabiliriz, ama bizden beklenene böyle bir yorum her zaman kafî gelmeyebilir.
[st_tag_cloud]